Sunday, March 25, 2007

Kanije Destanı

Kanije Destanı Estergon gibi, Avrupa içlerindeki serhad kalelerimizden biri de Kanije Kalesi idi. 1600 yılında ele geçirilen kale, 1601 yılında 100 bin kişilik bir düşman ordusu tarafından kuşatıldı. İşte bu destan, kalede bulunan 9 bin Türk gazisinin, ihtiyar mücahid Tiryaki Hasan Paşa komutasında bu 100 bin kişiye karşı verdiği şanlı mücadeleyi anlatır...

Yıllardan beri Osmanlı'nın karşısına hiç bir devlet yalnız çıkamıyor, en az üç - beş devletin ordusu bir araya gelerek hareket ediyordu. Yine öyle oldu. Avusturya, İtalyan, İspanyol, Malta ve Papalık askerleri ile Macar ve Fransız gönüllüleri geleceğin imparatoru Arşidük Ferdinand komutasında Kanije Kalesi'ni kuşattılar.

Kanije Kalesi'nin etrafı bataklıkla ve kaleye ulaşmak için köprüler kurmak gerekiyordu. Daha bir yıl önce Türkler başarmıştı ama, şimdi onların yaptıklarını taklide kalkışan düşman bunu beceremiyordu. Kurdukları köprülerin gece vakti kale içine çekildiğini görüp neye uğradıklarını şaşırıyor, çok sayıda kayıp veriyorlardı.

Bu arada iki düşman askeri esir alınmıştı. Tiryaki Hasan Paşa onları sorguya çekince, düşman ordusu içinde bulunan Macarlara pek güvenilmediğini anladı. Peygamber Efendimizin "Harp hiledir" Hadis-i Şeriflerini hatırladı ve düşündüklerini Kara Ömer Ağa'ya anlattı.

Kara Ömer Ağa iki esiri alıp götürdüğü ve onlara :

- "Aslında kendisinin de onlardan olduğunu, küçükken devşirilip orduya alındığını" anlattı. "Her gece bin kadar Macar fedaisinin kaleye geçip Türklere yardımcı olduğunu, bu durumda işlerinin çok zor olduğunu" söyledi. Kalede bulunan asker ve mühimmat hakkında da oldukça abartılı rakamlar verip onları salıverdi.

Esirlerin götürdüğü haberler düşman ordusunun moralini bozmaya yetmişti. Ferdinand bunu önlemek için askerlerine büyük vaatlerde bulundu. Burçlara ilk çıkacak olanlara 10 köy, Tiryaki Hasan Paşa'yı yakalayacak olana ise 40 köy vaad ediyordu. Böyle dolduruşa getirilen düşman ordusu ertesi sabah toplu bir hücuma giriştiyse de Tiryaki Hasan Paşa'nın ustaca manevraları karşısında sonuç alamadılar ve üstelik 18 bin ölü verdiler.

Artık karşılıklı toplar konuşuyor ama Türk ordusunun stokları gittikçe azalıyordu. Bu savaş bir güç gösterisinden çok Tiryaki Hasan Paşa'nın kurnazlıkları ve harp hileleriyle ayrı bir havaya bürünmüştü. Türk ordusundan kaçan iki devşirmenin, kaledeki gerçek durumu düşmana bildirmeleri üzerine yeni bir oyun oynadı. Ellerinde bulunan esirlere, onların kendi adamı olduğunu inandırıp salıverdi. Böylece düşmanın yeni bir toplu hücuma kalkması önlenmiş oldu. Sahte mektuplarla Avusturyalılarla Macarların arası iyice açıldı. Avusturyalıların Macar beylerini idam etmeyi kararlaştırdıkları bir sırada Macar askerleri durumu öğrenip kaçtılar.

Böylece zaman kazanılmış ve kış günleri gelip çatmıştı. Düşman ne yapacağını düşünürken Kara Ömer Ağa yanına 300 kişi alıp dışarı çıktı ve baskın hareketlerinde bulundu. 900 kişiyi öldürüp 150 esir aldı ve ele geçirdiği 12 topla geri döndü. Düşman panik halindeydi. Bu durumu değerlendiren Tiryaki Hasan Paşa kalede yalnızca 600 kişi bırakarak dışarı çıktı ve hücum emrini verdi. Artık düşman dağılmış, kaçıyordu. Akşama kadar 30 bin ölü verdiler ve kalenin çevresi tamamen boşaldı. Geriye düşmandan 47 büyük kuşatma topu, 24 bin tüfek, 60 bin çadır, 14 bin kazma - kürek, binlerce araba dolusu yiyecek - giyecek, barut ve ilaç erzak ve mühimmat kaldı.

Bu, dünya tarihinde eşi görülmemiş bir gerçek destandı. 9 bin Türk askeri, kendisinden en az 10 kat fazla bir orduya karşı arslanlar gibi dövüşmüş ve düşmanı adeta topyekun imha etmişti. İşte, "Bir Türk on düşmana bedeldir" sözünün isbatı ve işte bu destanın gerçek kahramanı 70 yaşındaki bir Türk büyüğünün bizlere verdiği ders...

Bu akıl almaz derecedeki büyük başarı üzerine Cihan Padişahı Üçüncü Mehmed Tiryaki Hasan Paşa'ya vezirlik rütbesi veriyor ve alışılmışın aksine bizzat kendi eliyle hazırladığı "Hatt-ı Hümayun"u gönderip şöyle diyor:

"Yerin ve ğöğün sahibi olan Yüce Allah'a hamdolsun ki, Osmanlı Devleti'ne senin gibi paşalar ve askerlerin sayesinde nice zaferler nasib eyledi.

Sevgili Peygamberimize salât ve selâm olsun ki, seni ve Devlet-i Aliyye askerlerini kendi yolunda cihad eylerken görürüz.

Ettiğin hizmetler yüce dergâha arzedilip adın iyi adlılar defterine yazılır olmuştur. Berhudar olasın; sana Vezirlik verdim. Seninle birlikte bulunan askerlerim dahi manevi oğullarımdır, yüzleri ak ola... Bu mektubumu al kahraman askerlerime okuyup, 'Allah'a, Peygamber'e ve sizden olan devlet reisine itaat ediniz' mealindeki ayet-i kerimenin yüce manasını onlara bildiresin. Seninle orada bulunanlara dilediklerini ver. Hepinizi Cenab-ı Hakk'a emanet ederim."

Ve işte, iltifat karşısında mahçup olan, gözyaşlarını tutamayıp ağlayan ve sevinecek yerde üzülen o büyük insanın yine gözyaşları içinde söylediği sözler:

"Kanije'de ettiğimiz küçük bir hizmet karşılığı bize vezirlik vermişler ve 'Hatt-ı Hümayun' göndermişler. Halbuki, Kanuni Sultan Süleyman Makbul İbrahim Paşa'yı tam bir selahiyetle kendi yerine vekil tayin ettiği zaman bile O'nun eline böyle bir yazı vermemişti. Rahmetli Piyale Paşa Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin damadı olduğu ve Sakız Adası'nın fethi gibi nice zaferler kazandığı halde kendisine vezirlik çok görülmüştü. İslam Halifesi'nin Hatt-ı Hümayun'u Kanije savunması gibi küçük bir hizmete mükafaat olmaya başladı. Devletin vezirliği benim gibi kocamış kimselere kaldı. Buna üzülmeyeyim de neye üzüleyim?"

Tiryaki Hasan Paşa'nın, o eli öpülesi pir ü fani'nin altın harflerle yazılıp günümüzde her evin, her makamın baş köşesine çerçeveletilip asılması gereken bu sözleri üzerine söz söyleyip yorum getirmeye bilmem lüzum var mı?

Süleymaniye camii...

Mimar Sinan, ‘tek kütleli mabet’ sırrını nasıl yeniden çözdü? Süleymaniye Cami’nin akustik sorunu nasıl halledildi? Neden Süleymaniye’nin dört minaresi var? Neden bunlardan biri ‘Cevahir Minaresi’ adını taşır?..

Popüler Tarih dergisi Temmuz 2005 sayısında, işte bu ve benzeri soruların yanıtlarını “Sinan’ın Süleymaniye sırları” başlığı altında, kapak konusu yaptı...

Kanunî’nin mimarbaşı ‘Sinan Ağa’ bir gün, dostlarından ve devrinin şair ve ediplerinden Mustafa Saî Çelebi’ye gelerek, “Çok kocadım. İsterim ki, öldükten sonra adım unutulmasın. Hizmetlerim anılıp hayırla anılayım. Anlatacağım hatıralarımı nazım ve nesir diliyle yazar mısın?” der.

Bunun üzerine Çelebi, Mimar Sinan’ın anlattıklarını yazmaya başlar ve küçük bir kitap ortaya çıkar. Saî Mustafa Çelebi’nin Mimar Sinan’ın ağzından kaleme aldığı, “Tezkiretü’l Bünyan” ve “Tezkiretü’l Ebniye” adını verdiği ve günümüzde ‘Yapılar Kitabı’ adı altında toplanarak yayımlanan bu eseri, büyük ustanın yaşam öyküsünü, eserlerinin envanterini ve kendi dönemine ait gözlemlerini içermektedir.

Mimar Sinan’ın yaşantısına dair birçok ayrıntıyı, eserlerini, döneminin insanları hakkındaki düşüncelerini bu kitap ile, Sinan’ın kendi ağzından öğrendiğimiz gibi, Süleymaniye Cami’nin sırlarını da belli ölçülerde, bu kitapta bulabiliyoruz.

Mustafa Saî Çelebi’nin ‘Yapılar Kitabı’ndaki anlatım tarzına u..... ama konuya da Süleymaniye’den başla..... girelim dedik...

Mimar Sinan, Süleymaniye Cami’nde, bir çok sorunu olduğu gibi, akustik sorununu da mükemmel bir biçimde halletmiştir. Bu konuda yine rivayete dayanan hoş bir hikâye vardır: Cami inşa edilirken, Sinan’ın mihrapta nargile içtiği söylentisi yayılır. Söylenti padişaha kadar varır. Kanunî, bu söylenenlere inanmak istemese de bir gün ansızın inşaata baskın yapar. Bakar ki, Sinan gerçekten mihrapta nargile tokurdatıyor.

“Mimarbaşı, camide nargile içilir mi, sen bu işi yapmazdın, nedir bunun hikmeti” diye sorar.

Sinan şöyle cevap verir: “Sultanım, dikkat edin nargilemde tömbeki, tütün yoktur. Sadece suyun fokurdamasından meydana gelen sesin cami içerisinde dağılımını kontrol ediyorum. Buradaki suyun sesi caminin her tarafına eşit yayılırsa, yarın burada Kuran okuyacak olan hocanın sesi de 60-70 metreye kadar toplanan cemaat tarafından duyulacaktır. İşte bu yüzden, akustiği kontrol ediyorum.”

Mimar Sinan’ın ‘çıraklık eseri’ İstanbul Şehzade Camii (1548) ile ‘ustalık eseri’ Edirne Selimiye Camii (1566-1574) arasındaki bir dönemde inşa edilmiş olan Süleymaniye (1550-1557), yapıların yerleştirilmesindeki ustalığın yanında, gerek ekonomik ve kültürel işlevleriyle, gerekse sanatla politik gücün birleşimini temsil edişiyle, Türkiye için büyük ve önemli bir geçmişi hatırlatmaktadır.

Bunun yanı sıra, Süleymaniye’nin kendine has sırları da vardır. Stefanos Yerasimos’un, ‘Süleymaniye’ adlı eserinde (Yapı Kredi Yayınları, Mart 2002, İstanbul) vurguladığı gibi, İustinianos İmparatorluğu’nun takipçisi bir imparatorluğun hayal gücünün ürünü olmasıyla birlikte, Süleymaniye Camii, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun bir asırdır yeniden keşfetmeye uğraştığı ‘tek kütleli mabet’ örneği ile, büyük bir kubbenin sırlarına yolculuk etme sürecinin son aşamalarından biri olmuştur.

Gerçekten de, Ulya Vogt-Göknil’in ‘Mimar Sinan’ adlı kitabında da değindiği üzere, Osmanlı İmparatorluğu, ‘Muhteşem Süleyman’ çağında, İustinianos devri Roma İmparatorluğu ile karşılaştırılabilecek bir büyüklük ve güce erişmiş; özellikle -Mimar Sinan’ın deyimiyle kendisinin ve Osmanlı mimarlığının ‘kalfalık eseri’ olan- Süleymaniye Camii ile, elindeki insan gücü ve ekonomik kudret sayesinde açıkça, ama basit bir taklitle yetinmeyerek onu aşmak amacında bir ‘meydan okuma’ işine kalkışır.

İşte belki de, Süleymaniye’nin en büyük sırrı budur!

Ama, caminin, ayrıntıya inildikçe insanı etkileyen başka özellikleri de vardır...

Caminin temelleri atıldıktan sonra, temelin iyice oturması ve sonradan bir çöküntü olmaması için, inşaata bir yıl ara verilir. Ağır masraflar yüzünden caminin yapımına ara verildiğini zanneden İran Şahı Tahmasp Han, inşaatın devamı için, kıymetli mal yüklü bir kervanı ve içi değerli taşlarla, mücevherlerle dolu bir kutuyla, bu hediyeleri göndermesinin sebebini açıklayan bir mektubu Kanunî’ye yollar.

Bu mektuba ve üsluba sinirlenen padişah, malları elçinin gözleri önünde bahşiş olarak dağıtır ve kutuyu Sinan’a vererek içindeki mücevherleri yapının taşlarına karıştırmasını buyurur.

Mimar Sinan, değerli mücevherleri minarelerden birinin taşları arasına maharetle yerleştirir. Güneş ışığında pırıl pırıl parladığı için bu minareye ‘Cevahir Minaresi’ adı verilir. Evliya Çelebi zamanla sıcaktan bozulduğunu ve taşların pırıltısının kaybolduğunu belirtir...

Süleymaniye’nin dört minaresi İstanbul’da yaşamış dört büyük hükümdarı; Fatih Sultan Mehmet, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman’ı ya da camiyi yaptıranın İstanbul’un fethinden sonraki dördüncü padişah olduğunu temsil eder... İki uzun minaredeki üçer, iki kısa minaredeki ikişer şerefeleriyle toplam on şerefe de, o devre kadar hüküm sürmüş on padişahı ya da camiyi yaptıran Kanunî’nin onuncu padişah olduğunu temsil eder... Minarelerin uzun ve kısa düzenlenişi, ana kütleyle beraber yapıya modüler sistemde piramidal bir görünüm kazandırır. Uzaktan bakıldığında, birbiri üzerinde göklere yükselen bir merdiven gibi duran bu orantı ustalığı, Hıristiyan öğretide, “Yakub’un Merdiveni” ile anlam bulur...

Caminin içinde yanan yaklaşık 250-300 kadar kandilin isi, yukarıdaki bir akımla kapı üstündeki dört pencereden is odasına çekilirdi. Kitap yazımında ve hattatlıkta kullanılan mürekkebin en güzeli bu isten elde edilirdi. Halen Süleymaniye Kütüphanesi’nde mevcut olan bazı kitaplar bu isle yapılan mürekkeple yazılmıştır...

ARABİSTAN CEPHESİ

Halk arasında Yemen cephesi adıyla da anılır. I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Devleti 4 Tümenlik bir kuvvetle Arabistan'daki kutsal İslam şehirlerini korumaya çalıştı. 7. Kolordu'nun birer tümeni Hicaz, Asir, San'a ve Hudeybe'de konuşlandırılmıştı. Uzaklık sebebiyle bu tümenlere yeni asker, malzeme ve silah desteği sağlanamıyordu. 1916 yılında İngilizlerin kışkırtmasıyla, Araplar kendilerini koruyan Osmanlı kuvvetlerine karşı ayaklandı. Mekke Şerif'i Hüseyin, bağımsızlığını ilan etti. Yemen'de İmam Yahya Osmanlılara bağlı kalırken Asir'de Seyyid İdris de ayaklanmaya katıldı.

1917 Şubatı'nda Hicaz Seferi Kuvvetler Komutanlığı'na atanmak üzere, Şam'a gelen Mustafa Kemal Paşa, Hicaz'ın boşuna savunulmayıp boşaltılmasını istedi. Manevi sebeplerden dolayı bu istek uygulanmadı. Komutanlık ataması da yapılmadı. Bin bir güçlükle Medine'yi, Yemen'i, Asir'in kuzeyini I. Dünya Savaşı sonuna kadar savunan 7. Kolordu, Mondros Mütarekesi'nden bir müddet sonra, 23 Ocak 1919'da teslim oldu.

Saturday, March 24, 2007

Devşirmelerin alınmadığı, Osmanlı askeri sınıfı: AKINCI OCAĞI

Tamamen safkan Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvveti olan ‘’Akıncılar’’ , 500 sene sonra Avrupa'da "komando" olarak ortaya çıkacaktır.

Serhad denilen sınır boylarında bulunan akıncılar, fevkalade disiplinli bir teşkilâta sahiptiler. Bunlar, atlarla düşman içlerine kadar sokulur, gerek bizzat gördükleri, gerekse düşmandan elde edilen esirler vâsıtasıyla öğrendikleri bilgileri değerlendirerek önemli bir istihbarat ağı kurmuşlardı. Öncü kuvvetler oldukları için, ordunun keşif hizmetlerini görüyorlardı. Bundan başka onlar, düşman topraklarındaki araziyi araştırarak orduya yol açıyorlardı. Çok seri hareket ettikleri için, düşmanın pusu kurmasına imkan vermiyorlardı. Ayrıca ordunun geçeceği yerlerdeki ürünü korumak suretiyle ekonomik bir fayda da sağlıyorlardı. Akıncılar, esir almak suretiyle bölgede bulunan nehirlerin geçit yerlerini de öğreniyordu. Bunun içindir ki akıncılar, esas ordudan dört beş gün daha ileride bulunurlardı. Günümüzün motorize birlikleri gibi pek seri ve sür'atli hareket ettikleri için, düşmana karşı dehşet saçar ve onların maneviyatı üzerinde çok etkin psikolojik tesirde bulunurlardı.

Akıncıların, yaptıkları akınlarda, pekçok esir aldıkları bir gerçektir.
Hafif süvari birlikleri olduklarından, düşman kale ve ordusu üzerine varmayan akıncılar, ordu için yollan açıyorlardı. Bu yolların birkaç yönden açılması gerekiyordu. Düşmanın , maddî güç kaynaklari yok edilmeli, ekonomisi ile ordusu hırpalanmalı idi. Halka korku salıp onların manevî güçlerini kırmak gerekiyordu. Elde edilmesi mümkün olan her türlü gizli bilgi elde edilmeliydi.

Akıncılar içinde devşirme yoktur. Bu sınıfa, Arnavut ve Boşnak gibi, Osmanlılar vasıtasıyla Müslüman olanlar alınmazdı. Akıncı olabilmek için öz be öz Türk olmak, tamamen Türk kanı taşımak gerekiyordu. Akıncı beyleri, istediklerini ocağa alır, istemediklerini de almazlardı. Bu konuda Divan onları tamamıyla serbest bırakmıştı. Bu yüzden Divan, onların bu tasarruflarına karışmazdı. Akıncı ocağı beyleri, geniş bir yetkiye sahip ve doğrudan doğruya padişahtan emir alan kimselerdi.

Büyük bir kısmı, Avrupa ve Balkan halklarının dillerini çok iyi biliyordu. Bu sebeple sınırların ötesinde kendilerine bağlı birçok ajanları vardı. Bu ajanlar sayesinde akıncılar, Orta Avrupa ve ötesi hakkında günlük bilgileri elde edebiliyorlardı. Bu şekilde hareket etmek, onlar için bir zorunluluktu. Aksi takdirde girişecekleri akın bir felaketle sonuçlanabilirdi.

Her biri ayrı bir komutana bağlı bulunan akıncı birlikleri, ayrı ayrı yerlerde ikamet ediyorlardı. On kişılik akıncı birliğinin komutanına onbaşı, yüz kişilik birlik komutanına yüzbaşı, bin kişilik birliğin komutanına da binbaşı deniyordu. Bütün bunların üstünde de "Akıncı Beyi" denilen akıncı komutanı vardi ki, buna akıncı sancakbeyi denirdi.

Düşman ülkesine yapılan bir akının, akın adım alabilmesi için o taarruzun akıncı komutanlarının emrinde olması lazımdı. Savaş olmadığı zaman akıncılar, kendi iş ve talimleri ile meşgul olurlardı. Düşman ülkesine yapılan akınlar, gelişiigüzel değil, bir plan ve program dahilinde olurdu.

Savaşlarda başarılı olan akıncılara dirlik tahsis edilince tımarlı akıncılar ortaya çıktı. Böylece akıncılar, tımarlı ve vergiden muaf olanlar diye iki gruba ayrılmış oldular.

Akıncıların silahlan, bir zırhlı göğüslük ve yaka ile mızrak, kalkan ve atlarının eğerine takılı başı topuzlu bir bozdoğandı. Akıncların tamamı zırh kullanmazdı. Bunların yiyecekleri ve kapları da kendileri gibi hafifti. Atlarının eğerine asılı birer küçük kuşhâne ile yemek işlerini görürlerdi. Çoğu zaman bu tencerede pirinç, kavurma veya koyun pastırmasını pişirirlerdi.


-------------------------------------------


Osmanlı tarihçisi NAİMA'dan mealen alınmıştır:

"1. Viyana kuşatmasının sonuna doğru, ordunun rahat geri çekilmesini sağlayacak 10 bin kişilik bir akıncı serdengeçti hazırlanır. Başına da MALKOÇUNOĞLU namlı bir yiğit olan EMİR KASIM getirilir. (Cüneytin çevirdiği filimlerinde ki kurmaca kahraman sizi yanıltmasın. Bir Türk Akıncı beyi, mektep medrese görmüş, en az üç ayrı dili ana dili gibi konuşup anlayan, hıristiyanlığı kendi dini gibi derinliğine bilen, döneminin toplum mühendisleri, felsefecileri, teşkilatçı, dönemin savaş yetenek ve teniklerine sahip gücünü-bilgisini ancak yeri ve zamanı geldiğinde kullanan ALPERENLERDİ)

Osmanlı ordusu toparlanıp geri çekilirken, EMİR KASIM komutasında ki akıncılar, Avrupa şarlarını (şar=Şehir, kent vs.) bastılar... Taa Manş denizine kadar ulaştılar... Özellikle Alman kale-şehirlerini yaktılar....

Avrupa, değil Osmanlının peşinden koşmak, kendi can derdine düştü... Avrupalıya "TÜRKLER GELİYOR!" korkusunu yaşatıp, Almanların, ruhlarına kadar bu korkuyu damgaladılar...

Birkaç yaralı akıncı haricinde geri dönen olmadı. Savaşarak eriyip gittiler...."

Mekanları Tanrı Dağı olsun...

Teşkilat-ı Mahsusa Kurucularından - Eşref Sencer Kuşcubaşı

Eşref Sencer Kuşcubaşı

1873 yılında İstanbul'da doğdu. Kafkasya'dan göç etmiş Sencer adlı bir Vubih ailesinden olan, Sultan Abdülaziz'in kuşcubaşısı Mustafa Nuri Bey'in oğludur. Harb Okulunun son sınıfında iken Yeni Osmanlılar'la ilişkisi olmakla suçlanarak Hicaz'a sürüldü. Buradan kaçarak Hindistan'a ve Avrupa'ya geçti. Sürgündeki Jön Türklerle işbirliği yaptı. Rumeli'de gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin örgütlenmesinde çalıştı. Meşrutiyetin ilanından sonra da, İmparatorluğun kaderine hakim olan bu partinin militan kadrosu içinde yer aldı. Balkan Savaşı'nın ikinci devresinde Bulgar'ları yenerek Edirne'yi kurtaran kuvvetlerin başında idi. Gönüllü kuvvetleriyle Batı Trakya'yı da ele geçirdi ve bunu da şeklen bağımsız bir Batı Trakya İslam Cumhuriyeti kurdu (1913). Osmanlı Teşkilat-ı Mahsusası'nın kurucularındandır. Bu örgütün başkanı olarak Birinci Dünya Savaşı yıllarında Kafkasya sınırlarında, Türkistan'da, Arabistan ve Kuzey Afrika ülkelerinde çeşitli eylemleri yönetti. Yemen'deki Osmanlı kuvvetlerine para ve mühimmat götüren bir kafilenin başında iken yaralanarak İngiliz'lerin eline düştü ve Malta adasına sürüldü. Mondros Mütarekesinden sonra İstanbul'a döndü. Milli Mücadeleye ilk katılanlardan biriydi. İstanbul'daki İlk direniş örgütlerinde, Kocaeli'nde ve Ege'de Kuvayı Milliye'nin örgütlenmesinde rol oynadı. Kuvayı Seyyare'nin T.B.M.M. güçleri tarafindan tasviyesi sırasında o da Yunan işgal bölgesine geçmek zorunda kaldı (1921). Burada da T.B.M.M. Hükümeti'ne karşı bazı eylemler içine girdiğinden Lozan Anlaşmasi'ndan sonra 150'likler listesine dahil edildi ve Türkiye'ye girmesi yasaklandı (1924). Uzun süre çeşitli ülkelerde yaşadıktan sonra 1938 yılında çıkarılan af yasasından yararlanarak Türkiye'ye döndü. İzmir yakınlarındaki çiftliğinde bir süre yaşadıktan sonra orada öldü.

Osmanlı Medreselerinde Mantık Eğitimi Üzerine

Giriş:

Bu yazının amacı Osmanlı Medreselerinden bahsetmek değildir. Yine bu medreselerin müfredat programlarından bahsetmek de değildir. Tersine müfredat programlarında yer alan ve mantık derslerinde okutulan eserleri temel alarak bazı sonuç ve neticelere ulaşmaya çalışmaktır. Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü yüzyıllar boyunca eğitim kurumları olan medreselerin çeşitli devrelerinde mantıkla ilgili bir çok müellifin eserleri okutulmuştur. İşte bu eserler çalışmamızın odak noktasıdır. Bu konunun incelenmesinde takip edeceğimiz metot; mantık ilminin İslam Dünyasındaki tarihi sürecine farklı bir açıdan değindikten sonra, medreselerde okutulan mantıkla ilgili eserlerin tesbiti, ardından bu eserlerle ilgili çeşitli bilgilerin sunulması ve son olarak bu verilerden yola çıkılarak konunun bir değerlendirilmesidir.

A-Tarihi Süreç İçerisinde İslam Dünyasında Mantık İlmine Farklı Bir Yaklaşım

Mantık ilmi İslam Alemine geçişi sırasında bazı ilimlerle yakın temasta olmuştur. Arap-İslam mantığının gelişiminde açık bir hat belirlemek istediğimiz zaman, tıp ilmiyle başlayan ve Kelam ilmiyle sona eren hattı yakalayabiliriz. Başka bir açıdan Arap mantığının tarihi ve gelişimini tek bir cümlede özetleyebiliriz: Mantık tıpla bitişik olarak başladı ve Kelam ilmiyle bağlantılı olarak sona erdi.

Mantık tıbbî araştırmaların öğretim metodundan ayrılmaz bir unsur idi. İskenderiye Okulunda Galinos’un tavsiye ettiği aynı metot üzere mantık başta yer alıyordu. Galinos, kesin bir şekilde tıp kitaplarının iyi bir şekilde anlaşılması için matematik ve mantık öğretimini ön şart koşmuştur. Daha sonraları Nesturi Akademilerinin eğitim programındaki astronomi, tıp ve ilahiyat konularındaki ihtisas alanlarında mantık hazırlık programında temel konu idi. Böylelikle mantık öğretimin çeşitli daları arasında ortak köprü özelliğiyle önemli bir rol oynamıştır.

Bu kültür, temelde Süryanice yoluyla Araplara geçtiğinde, bununla birlikte bu tıbbî-mantıkî gelenek de geçmiştir. Mantık tıpla bağlantılı kalmış ve uzun süre doktorların eğitiminde birinci derecede rol oynamıştır. Bunun böyle olmasının sebebi, tabiplerin Aristoteles ve mantığın şarihleri olmasında yatar... Mantık metinlerinin tercümesiyle ve şerh veya tefsirlerini yapan Arap mantıkçılarına göz attığımız zaman onların büyük bir kısmının tıp öğreten veya onunla uğraşan kimseler olduğunun görürüz. Razi, İbn Sina, İbn Meymun, Kindi bunlar arasında yer alır.[1]

Durum Osmanlılarda da benzerlik arz etmektedir. Ancak burada tıbbî-mantıkî bir gelenekten değil de, mantık tarihindeki daha sonra meydana gelen gelişmeler müvacehesinde, onun ilimlerin reisi (ilimlerin başı) telakkisinden hareketle, mantığın bütün ilimler için bir hazırlık, giriş olmak üzere okutulduğunu görürüz. Nitekim suhtelerin (öğrencilerin) eğitiminde daha yukarı bir dereceye geçmeleriyle ilgili olarak şöyle denilir: “Bunlar Haşiye-i Tecrid medreselerinde mukaddimat-ı ulûm veya mebâni-i ulûm denen sarf, nahiv, mantık ve adabu’l-bahs gibi muhtasarat dersleri gördükten sonra müstaidd, yani danışmend olurlardı”.[2] Yine öğrencilerin Nahiv ilminden sonra mantık ilminden neleri okuduğu hakkında da şu şöyle denilir: “Nahivden sonra mantık ilminde, medrese öğrencileri arasında meşhur olan adıyla, İsagoci, Hüsam-ı Kati, Muhyiddin, Fenari, Şemsiyye, Tehzib, Kutbüddin-i Şirazi, Seyyid, Kara Davud, Sadüddin (bu kitap mihenk taşıdır; öğrenci bu kitabı okurken mübahaseye isti’dadının olup olmadığı açığa çıkar) ve Şerh-i Metali okur”[3] Buradan da anlaşılıyor ki, mantık nahiv ve sarf gibi, temel bir ders niteliğindedir. Hatta mantık ve nahiv arasında bir benzetme yapılır ve nahiv ilmine göre dil ve lafızların nisbeti ne ise, akıl ve makulatın mantık ilmine nisbetinin bu şekilde olduğu söylenir. Başka bir deyişle, nahiv (gramer) nasıl dilin düzgün ve hatasız kullanılmasına yardımcı oluyorsa, mantık da aklın düşünce faaliyetlerinde bir düzenleyicidir.

B - Medreselerin Müfredat Programlarında Yer Alan Mantık Eserleri

Osmanlı Medreseleri hakkında yapılan sınırlı sayıdaki çalışmalar incelendiğinde görülür ki, bu çalışmalar konuya ya belirli bir açıdan yaklaşmıştır, ya da belirli bir dönemi ele almıştır.[4] Son zamanlarda telif edilmiş ve doğrudan bu konuları ele alan bir çalışma ise, Cevat İZGİ’nin Osmanlı Medreselerinde İlim[5] adlı eseridir. İzgi, iki ciltlik bu eserinin birinci cildinde medreseler hakkında çeşitli bilgileri sunduktan sonra, bu yerlerdeki müfredat programları ve okutulan dersler hakkında birinci el kaynaklardan aktararak okuyucuya bilgiler verir. Osmanlı döneminde gerek bilim tarihi ve ilimler sınıflaması türü gerekse biyografik tarzdaki eserlerden faydalanılarak verilen bilgilerden 15 müfredat programı çıkarılmıştır.[6].

Osmanlı Medreselerinde yıllarca (aynı zamanda diğer İslam ülkeleri medreseleri için de geçerlidir) okutulan ve birer el kitabı olan mantık eserlerinden bahseden başka kaynaklar da mevcuttur.[7] Ancak bu eserlerde verilen bilgiler isimlerden ibarettir.

Söz konusu müfredat programlarında yer alan mantıkla ilgili eserler şöyledir:

1- Kevakib-i Seb’a’ya (1155/1741) göre:

Aşağı İktisar: Îsâgôcî (şerh ve haşiyesi)

Yukarı İktisar: Hüsâm-ı Kâtî ve haşiyesi Muhyiddîn risalesi, Fenârî ve Haşiyesi.

Orta İktisad: Şemsiyye, ta’lik ve şerhleri ile Tehzîb.

Yukarı İktisad: Kutbüddin-i Şirazi (Şemsiyye şerhi), haşiyeleri Seyyid ve Kara Davud, Sadüddin

İstiska: Şerh-i Metâli [8]

2- İshak b. Hasan et-Tokadi’nin (ö. 1100/1689) Nazmu’l-Ulum’una göre:

Tehzîbü’l-Mantık ve’l-Kelam [9]

3- Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın (ö. 1154/1780) Terkîb-i Ulûm’una göre:

Şemsiyye, Kutb, Davud, Seyyid.

Tehzib, Celal, Mir.[10]

4- Nebi Efendi-zâde (ç.1200/1785-6)’ nin İlimlerin Tertibi ile ilgili bir kasidesine göre:

Îsâgôcî, Kul Ahmed, Fenari, Kara Davud, Seyyid, İmad, Tehzib-i Mîr, Mirza-cân.[11]

5- Taşkörprülü-zade’nin (ö. 968/1561) Aldığı Derslere Göre:

Îsâgôcî, Hüsâmeddin el-Kâtî şerhi ile, Şerhu’ş-Şemsiyye (Kutbuddin er-Razi’nin), es-Seyyid haşiyesi ile, Şerhu’l-Metali.[12]

6- XI/XVII. Yüz yılda Yaşayan ve Adı Bilinmeyen bir Alimin Aldığı Derslere Göre:

Şerh-u Îsâgôcî (Fenari’nin), Kul Ahmed Haşiyesi ile; Şerhu’t-Tehzib, Şerhu’t-Tehzib li’t-Taftazani (Devvani’nin) Mîr Ebu’l-Feth’in haşiyesi ile; Şerhu’t-Tasavvurati’ş-Şemsiyye (Kutbeddin e-Şirazi’nin haşiyeleri ile)[13]

7- Katip Çelebi (ö. 1067/1658)’nin Aldığı Derslere Göre:

Şerh-i Tehzib, şemsiyye, Fenari.[14]

8- Katip Çelebi’nin Verdiği Derslere Göre:

Fenari, Şerh-i Şemsiyye, Cami [15]
9- Şeyhülislam Feyzullah Efendi (ö. 1115/1703)’nin Aldığı Derslere Göre:

Şerhu Tehzibü’l-Mantık ve haşiyesi.[16]

10- Ziyaüddin Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Ahıskavî (ö. 1218/1803)’nin Aldığı Derslere Göre:

Şerh-u Îsâgôcî li- H. Kâtî ve Fenari ve öbür ünlü haşiyeler; Şerhu’ş-Şemsiyye (K.Razi)[17]

Bu verilen bilgilerden sonra eserlerle ilgili bazı tasnifler yapabiliriz. Şöyleki:

A - Müstakil Eserler:

I-Îsâgôcî, yahut er-Risaletü’l-Esiriyye fi’l-Mantık
Yazarının tam adı Esirüddin el-Mufaddal b. Ömer es-Semerkandi el-Ebheri (1200-1265) olan Îsâgôcî adlı eser, mantığın bütün konularını kapsamakla birlikte son derece muhtasar bir eser olup medreselerde mantık alanında okutulan ilk kitap olması bakımından önemlidir. Îsâgôcî, mantıkçılar nezdinde en çok değer verilen, yine aynı derecede bir çok mühim şerh ve haşiyelere konu olan başlıca mantık kitaplarındandır. Batı dünyasında da ilgi duyulmuş, Latince başta olmak üzere bazı Batı dillerine tercüme edilmiştir. Yazarın mantık ve felsefe ile ilgili diğer meşhur eseri ise Hidayetü’l-Hikme’dir. Bu eser klasik İslam Felsefesi problemleri üzerinde bir çalışma olup mantık, tabiiyyat ve ilahiyyat şeklinde üç kısma ayrılmıştır. Eserin başta İstanbul olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde yazma nüshaları vardır. [18] Bu esere dair yazıda zikredilen şerhlerin dışındaki bazı önemli şerhlerin bazıları şunlardır:

1- Taftazani’nin, Şerh-i İsagoci’si (Süleymaniye/Ayasofya: 2536 vr. 128-190)

2- Cürcani’nin, Şerh-i İsagoci’si, (Mîr İsagoci, Mısır 1321, Müeyyed Matbaası)

3- Ensari’nin, el-Matla fi Şerh-i İsagoci (Mısır 1283, Bulak Seniyye Matbaası)

II- Şemsiyye, yahut er-Risaletü’ş-Şemsiyye fi Kavaidi’l-Mantıkiyye
XIII. yüz yılda Kazvini (1220/1276 veya 92) tarafından yazılan ve döneminde büyük şöhrete sahip olan Şemsiyye de muhtasar türde bir eserdir ve İsagoci gibi, XIX. Yüz yılın başlarına kadar medreselerde okutulmuştur. Doğuda hayli etkili olan bu eser, çok sayıda şerh ve şerhlerin şerhine konu olmuştur. Çeşitli şerhlerle birlikte bir çok baskısı vardır. Yazarın diğer meşhur bir eseri ise Kitabu Hikmetü’l-Ayn’dır. Tıpkı Hidaye gibi üç bölümden oluşur.[19]

Şemsiyye’nin burada yer almayan bazı şerhleri şunlardır:

1- Şerhu’ş-Şemsiyye, el-Hıllî (1250-1325) [Brockellmann, GAL, I, p. 466 (no.2)]

2- Şerh ala Risaletü’ş-Şemsiyye, Taftazani (ö.1389) (Süleymaniye/Yazma Bğş: 1797)

3- Şerh ala Risaletü’ş-Şemsiyye, Meybudi (ö.1480) (Süleymaniye/İ.İ.Hakkı: 1694)

III- Tehzîb, yahut Tehzîbü’l-Mantık ve’l-Kelam

Taftazani’nin 1386’da yazdığı bu eser çok büyük bir şöhrete sahiptir. Kitabın ilk kısmı mantık ve ikinci kısmı ise Kelamla ilgilidir. Çok sayıda şerhlere konu olmuş ve bir çok defa da basılmıştır. (Örnek olarak, Mısır 1912, Mat. Saade) Bu eserin diğer şerhlerinden birkaç örnek:

1- Kafiyeci, Şerh-u Tehzibü’l-Mantık. [20]

2- Hafid et-Taftazani, Şerh-u Tehzibü’l-Mantık.[21]

VI- (Metâli), yahut Metâliu’l-Envâr
Metaliu’l-Envar fi’l-Mantık. Urmevi (1198-1283)[22]’nin mantıkla ilgili meşhur eseridir. Bu eserde muhtasarat kategorisinde incelenir. Ancak daha önceki iki eserden içerik olarak daha kapsamlıdır. Gerek yazar ve gerekse eserle ilgili çalışmalar mevcut değildir. Yazar bu eseri üçlü tarzdaki eserler tarzında meydana getirmek istemiş, mantıkla ilgili kısmı yazdıktan sonra diğer kısımları zamana bırakmıştır. (Bu eserin yazma bir nüshası Süleymaniye/Mihri Şah Sultan, 332 no.da mevcuttur.)

V- Velediyye, yahut er-Risaletü’l-Velediyye fi’l-Mantık
Seyyid Şerif Cürcani (1340-1413)’nin mantıkla ilgili diğer bir eseridir. Ancak diğerleri gibi muhtasar sınıfından değildir. Bu eser aslında Farsça iken, yazarın oğlu Nureddin Cürcani (1370-1434) tarafından Arapça’ya çevrilmiştir.[23]

B- Şerhler:
1- Hüsam-ı Kâtî, yahut Kâle-Ekûlu (AI)[24]

2- Fenari, yahut el-Fevaidü’l-Fenariyye (AI)[25]

3- Kutbüddin-i Şirazi, (AII) [26]

4- Şerh-i Metali (Tahtani) (AIV)[27]

5- Celal (Devvani) (AIII)[28]

C- Haşiyeler:

1- Muhyiddin (Talişi), (B1)[29]

2- Kul Ahmed (İbn Hızır), (B2)[30]

3- Seyyid (Ş.Cürcani) (Küçük ya da Küçek) (B3)[31]

4- Kara Davud (B3) Küçük’e haşiye[32]

5- Sadüddin (Taftazani) (B3)[33]

6- Davud (Kara), (B3)[34]

7- Seyyid (Ş.Cürcani), (B4)[35]

8- Îmâd (Farisi) (B3)[36]

9- Mîr (Ebu’l-Feth), (B5)[37]

10- Mirza-cân , (AIII) ve (B7)[38]

Yukarıda sınıflandırışmış olarak verilen bir listenin benzerini Rescher’in eserinde de bulmak mümkündür. Rescher Metali ve Şemsiyye’nin şerhleri ve bunların haşiyelerini zikrettikten sonra mantık öğretimine dahil edilen temel metinlerden bahseder ki, onlar şöyledir:

1- Kitabu’l-Mucez - Huncî

2- Kitabu’l- Cümel – Huncî

3- Metaliu’l-envar – Urmevî

4- Şemsiyye- Kazvinî

5- Kitabu Hikmetü’l-Ayn – Kazvinî

6- Kitabu’l-İsagoci - Ebherî

7- Kitabu Hidayetü’l-Hikme - Ebherî

Yaklaşık olarak 14. Yüzyıldan sonra 3,4,5 ve 6. kitaplar bu alana hakim hale gelmiş ve genelde bunlar üzerine yapılmış Tahtani’nin (Cürcani’nin haşiyeleriyle birlikte), Cürcani’nin ve İbn Mübarekşah’ın[39] yapmış olduğu herkesçe bilinen şerhlerle bağlantılı olarak ders verilmiştir. Veyahut ta sırasıyla ya Kâtî’nin ya da Fenari’nin şerhleriyle birlikte okutulmuştur.[40] Burada verilen bilgiler ışığında yeni liste oluşur ki, o da bizim daha önce Müstakil Eserler başlığı altında zikrettiğimiz eserlere hemen hemen mutabıktır. Ancak burada genel Arap (İslam) mantığının gelişimi hakkında bilgi verilirken, bizim kullandığımız kaynak ve konuştuğumuz bölge bunların bir kısmıdır. Sık sık adı geçen Rescher’in mantık tarihi ile ilgili eserlerinin ikincisi olan The Development of Arabic Logic adlı eser ana başlıklarıyla mantık ilminin Arap (İslam) Dünyasındaki gelişimini şöyle özetler:

1- Tercüme Devri, (900’e kadar)

2- Mantığın İlk Çiçek Açışı (Gelişimi), (900-1000)

3- İbn Sina Dönemi, (1000-1100)

4- İbn Rüşd Dönemi, (1100-1200)

5- Medreselerin (Okulların) Çatışması, (1200-1300)

6- Uzlaştırma Dönemi, (1300-1400) ve Öğreticiler Dönemi (1400-1550)[41]

Bu tasnif içerisine Osmanlıları koymak istediğimiz zaman, ilk Osmanlı medresesinin 1331’de yaptırıldığı dikkate alınırsa, Uzlaştırma Döneminin ortalarına rastlamaktadır ki, bu dönemlerde daha yeni teşkilatlanma başlamaktaydı. Bu takdirde daha çok mantık öğreticilerinin dönemine katabiliriz. Bu tarihler ve daha sonraki dönemlerde bilindiği üzere bir çok alanda, bazı orijinal çalışmalar hariç, şerh, haşiye, şerhlerin şerhi ve haşiyelerin haşiyelerinin yapıldığı dönemlerdir. Bunun için kütüphanelerdeki eserler ve bunların yazar ve istinsah tarihine bakmak yeterlidir.

(http://www.forump2p.com/editpost.php?do=editpost&p=75725)

C - Eserlerin Muhtevaları

Eserlerin muhtevası incelenirken okutulan eserlerin hepsi değil de, müstakil eserlerin içerikleri incelenecektir ve bunlar İsagoci, Şemsiyye, Tehzib ve Metali’nin içerikleri olacaktır. İsagoci bu eserler içerisinde hacim olarak en küçüğüdür. Tehzib de hemen hemen aynı boyuttadır. Daha sonra Şemsiyye ve Metali gelir.

İsagoci’nin İçerik Açısından Ana Hatları:

1- Delalet: Mutabakat, Tazammun ve İltizam

2- Lafızlar (Kavramlar): Müfret ve Mürekkeb (basit be bileşik)

2.1- Müfret, küllî ve cüz’î

2.1.1- Küllî, zati ve arazi (beş tümel konusu)

a- Zati, cins, tür ve ayrım.

b- Arazi, hassa ve araz-ı amm (ilinti)

3- Tanım: Had ve resm.

3.1- had, tam ve eksik

3.2- resm, tam ve eksik

4- Önermeler: Yüklemli, şartlı ve unsurları

4.1- Yüklemli önermenin çeşitleri

4.1.1- Olumlu ve olumsuz önermeler

4.1.2- Mahsûre önermeler

4.2- Şartlı önermeler, bitişik ve ayrık şartlı

4.2.1-Bitişik şartlı, gerekli ve raslantılı

4.2.2- Ayrık şartlı, hakikiyye, maniatü’l-cemi ve maniatü’l-hulû

4.3- Tenakuz (Çelişik önermeler)

4.4- Döndürme

5- Kıyas: Kesin ve seçmeli

5.1- Kesin kıyas, beş bölümü

5.2- Seçmeli kıyas

5.3- Kıyasın şekilleri

6- Burhan, (yakiniyyatın bölümleri), cedel, hitabet, safsata ve şiir.

Şemsiyye ise ana hat olarak bir giriş, üç makale ve bir sonuçtan oluşur. Girişte mantığın mahiyeti ve ona duyulan ihtiyacın belirtilmesinden sonra mantığın konusuna değinilir. Birinci makalede tanımda dahil olmak üzere lafızlar ve ona müteallik konular incelenir. Bu bölüm Ebheri’nin eserinde 1,2 ve 3 nolu başlıkları içerir. İkinci makalede önermeler ve hükümleri ele alınır. Üçüncü makalede ise kıyas incelenir. Sonuçta ise, ilk olarak kıyasın maddeleri son olarak ta ilimlerim unsurları adlı bir konuya değinilir.

Makalelerin ilki olan Müfret kelimelerin incelenmesinde, artı olarak mütevati, müşekkek, müşterek, müradif (ya da müteradif) ve mübayin lafızlarını görürüz. Yine bu bölümde külli’nin dış dünyadaki durumu ve kavramlar arası ilişkiler anlatılır ve gerçek ve izafi türden bahsedilir.

İkinci makalede, önermenin muhassala ve ma’dule durumu ve özellikle modal önermelerden bahsedilir. Döndürme konusunda ayrıca ters döndürme de zikredilir.

Üçüncü makalede kıyasın ekleri başlığı altında bileşik, hulfi kıyaslara yer verilir ve ardından akıl yürütmenin diğer iki türü olan Tümevarım ve Analoji’den bahsedilir.

Tehzib’de isim durum ilk bölümleme olarak adsal bir farklılık gösterir. İlk bölüme direkt olarak Tasavvurat adını vermez ama, ikinci bölüme Tasdikat diye başlar. Birinci bölümde lafızlar ve çeşitli konuları ve tanım ele alınır. Bütününde daha kısa anlatımlar içermekle beraber Şemsiyye’ye benzer. Ancak burada kıyasın ekleri adı altında incelenen konulardan tümevarım ve analoji hariç diğerleri yer almaz.

Metali ise içerik açısından aynı konuları kapsamakla beraber konuların anlatımını daha geniş olarak ele alır. Eserin mantık kısmı kendi arasında iki bölüme ayrılır. Tasavvurların elde edilmesi ve Tasdiklerin elde edilmesi. Birinci bölümde iki alt bölüme ayrılır. İlkinde girişte mantık ve delalet konusuna değinilir. İkincisinde altı başlık altında külli ve cüz’i konusu incelenir ve tanım bahsi buraya dahil edilir.

Tasdikat veya bunların elde edilmesi başlığı altında ise üç konuya değinilir. Birincisi, önermelerin bölümleri ve unsurları. Bu başlık altında 11 alt başlık yer alır. Burada genel konuların dışında farklı olarak şu konulara değinir:

1- Yüklemin niceliği (Kazayay-ı münharife)

2- Modal önermelerin daha geniş anlatılması.

3- Şartlı önermelerle ilgii değişik değerlendirmeler.

İkinci bölümde kıyasa yer verilir. Burada farklın olarak Modal Kıyasları inceler. Üçüncü bölümde kesin şartlı kıyaslar incelenir. Seçmeli kıyasın ardından ekler bölümünde bileşik kıyaslardan ayrıca tümevarım ve temsilden söz edilir. Son olarak ta Burhan ve diğerleri yer alır.



D - DEĞERLENDİRME

1- Osmanlı Devletinin kuruluşu ve medreselerin teşekkülü mantık tarihi açısından mantıkla ilgili eserlerin artık eski şaşaalı dönemini yitirdiği bir döneme rastlar. Bu sebeple yüzyıllar boyunca birkaç tane orijinal çalışmanın dışında hep daha önceki eserler üzerinde yapılan çalışmalardan ibarettir. Osmanlı’ya gelmeden önce artık kendisini göstermeye başlamış olan bu devirde oluşan muhtasar ve eğitim amaçlı eserler Osmanlı medreselerinde de revaç görmüş ve bu tür eserler medrese talebelerinin vazgeçemediği temel kaynaklar haline gelmiştir. Ancak bu temel kaynaklar özet tarzında olduğu için, tekrar bunları açıklayan eserlere ihtiyaç duyulmuştur ki, bunlar da şerhler ve haşiyeler şeklinde kendisini göstermiştir.

2- Bu çalışmada da verildiği gibi, mantık eğitiminde öğrencilere okutulan kitaplar, müstakil eserlerden ziyade, daha çok şerh ve haşiye türündendir. Zaman geçtikçe haşiyelere haşiyeler yazılmış ve neredeyse asıl eserlere ulaşılamaz olmuştur. Örnek olarak, Taftazani’nin Tahtani’nin şerhi üzerine olan haşiyesi okutulurken, Cürcani’nin aynı esere olan haşiyesi onun yerine geçmiştir. Bir haşiye gitmiş bir haşiye gelmiştir. Şerh değil. Tabi ki, biz burada geçmişi tenkit etmek istemiyoruz. Burada şerh ve şerhçiliğe değinmek istiyoruz. Şerh faaliyetleri sadece bu alanda değil, diğer bir çok alanda da yaygın şekilde mevcuttur. Bu çalışmanın eserler listesinde A kısmında yer alan eserlere oldukça fazla sayıda şerhler yapılmıştır. Nitekim, İsagoci ile ilgili olarak İzgi’nin eserinde 30 haşiyesi ile birlikte okutulduğu zikredilir. Bir çoğu sadece mantıkçı olanlar tarafından yapılan bu şerhlerin yanında, ansiklopedist yazarların şerhleri de vardır. Birincisine Kâtî ve Tahtanî’yi, ikincisine de Taftazani ve Cürcani’yi örnek verebiliriz. “Şerh, şarkiyatçılarının büyük bir bölümünün söylediği gibi her hangi bir ibareyi inşâî sigalarla veya benzeşen lafızlarla (paraprhase) ifade etmeye çalışıp, doğrudan çok hata eden, güzel anlaşılmadan daha çok yanlış anlayan, ayrıştırmadan çok karıştıran ve açıklık kazandırmadan çok muğlaklaştıran bir ameliye değildir. Aksine şerh, tarihten bağımsız bir anlamın kazandırılması gayesiyle metnin yeniden canlandırılması ve özümsenmesidir. Şerh, aklî faraziyenin, felsefî maksadın, mantıkî ahengin ve mutlak hikmetin beyanını hedefler. Aynı zamanda şerh, nakıs için bir ikmal, cüz’ün küll’e bağlanması ve felsefî tasavvura dengenin kazandırılmasıdır... ”[42]

3- Mantığın diğer ilimlerle olan ilişkisi ve onlar arasındaki yeri açısından Osmanlı Medreselerindeki durum, onun genel kabulü olan ve diğer ilimler için bir hazırlık devresi ve diğer ilimlere giriş olan aynı anlayıştır veya bir bakıma bütün medrese eğitiminin hazırlık derslerindendir. Bu ilimdeki başarısı, onun daha yukarı safhalara geçişi için bir ölçüdür. Ayrıca mantık dersleri medreselerin hikmet-i tabiiyye adı altında okutulan felsefe dersleri için vazgeçilmez bir unsurdur. Bu derslerde okutulan eserler de yine mantık muhtevasından yoksun değildir, hatta ilk bölümleri mantık konularını içerir. Mantık ilmi medreselerde mezkur özelliklerini hep devam ettirmiştir.

KAYNAKÇA

BİNGÖL, Abdülkuddûs, T.D. V.İ.A. Ebheri Maddesi, c.X. İst. 1994

EBHERÎ, Esirüddin Mufaddal b.Ömer, Îsâgocî, İst. 1994.

İZGİ, Cevat, Osmanlı Medreselerinde İlim, Riyazi İlimler-ı, İst. 1997

KAZVÎNÎ, Necmeddin Ali b. Ömer el-Katibî, er-Risaltü’ş-Şemsiyye fi Kavaidi’l-Mantıkiyye, t.s.

RESCHER, Nicholas, The Development of Arabic Logic, Pittsburg 1964

_________, Tatavvuru’l-Mantıki’l-Arabi (Çev. Muhammed Mehran), Kahire 1985

TAFTAZANÎ, Sadettin Mesud b. Ömer, Tehzîbü’l-Mantık ve’l-Kelam, Mısır, 1320.H.

URMEVÎ, Siracüddin Ebu’s-Sena Mahmud b. Ebu Bekir, Metaliu’l-Envâr, Süleymaniye/ M.Şah Sul. /332

--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Mehran, Muhammed, Tatavvuru’l-Mantıki’l-Arabi, Kahire 1985, s.93-94

[2] - İzgi, Cevat, Osmanlı Medreselerinde İlim, c.I., İstanbul 1997 s. 51

[3] - İzgi, aynı yer.

[4] - Cahit BALTACI’NIN, Osmanlı Medreseleri ve H. ATAY’ın, Osmanlı’larda Yüksek Din Eğitimi bunlardan bazılarıdır.

[5] - Cevat İZGİ, Osmanlı Medreselerinde İlim II, İz Yayınları İstanbul 1997

[6] - İzgi, a.g.e., c.I., s. 163-83 Bu cedvellerden birinde Risalelerin adı verilmezken (11. Cedvel), Cevdet Paşa kimlerden ders okuduğunu söyleyerek eser adı zikretmez (13. Cedvel), 6. Cedvelde de Katip Çelebi’nin verdiği dersler içerisinde mantık yer almaz

[7] - Bunlardan bazıları, A.A. ADIVAR’ın Osmanlı Türklerinde İlim ve Necati ÖNER’in Klasik Mantık adlı eserleridir.

[8] - İzgi, O.M.İ. c. I, s. 164.

[9] - A.g.e., c. I, s. 167

[10] - A.g.e., c. I, s. 168

[11] - A.g.e, c. I., s. 169

[12] - A.g.e, c. I., s. 170

[13] - A.g.e, c. I., s. 171

[14] - A.g.e, c. I., s. 173

[15] - A.g.e, c. I., s. 174

[16] - A.g.e, c. I., s. 174

[17] - A.g.e, c. I., s. 176

[18] - Yazar hakkında çok az bilgiye sahip olunmakla birlikte, nisbesinde de geçtiği üzere Musul’da 1200 yılında doğmuş, ilk tahsilini burada yaptıktan sonra Horasan ve Bağdat’a giderek öğrenimini tamamlar. O dönemin önemli bilgilerinden olan Kemalleddin b. Yunus’un Talebesi ve İbn Hallikan’ın hocası oldu. Bir süre Musul sarayında himaye gördü, 625’te (1228) Erbil’e geçerek oraya yerleşti ve nihayet 1263 veya 1265’te vefat etti. Bkz. Rescher, N. The Development of Arabic Logic, Pittsburg 1964, s. 196.; Bingöl. ****., T.D.V.İ.A., Ebheri Maddesi,; Kayacık, A. Ebheri’nin İsagoci’sinin İlk Şerhleri, Kayseri 1996 (Basılmamış Doktora tezi), s. 1

[19]- Rescher, N. The Development of Arabic Logic, s. 203. Asıl adı Necmeddin Ali b. Ömer el-Kazvini el-Katibi 1220 yılında İran’da doğdu. Nasreddin Tusi (1201-1274)’nin yakın ve parlak öğrencisi olarak ondan felsefe ve bilim öğrendi. Kendisini kısmen astronomiye vermekle beraber, daha çok mantığa yöneldi. Bu alandaki eserleri büyük şöhrete ulaşmıştır. Bkz. Brockellman, GAL, S I, s. 845; Rescher, a.g.e., s.203; Zirikli, A’lam, 4/315; Kehhale, Mu’cemü’l-Müellifin. 7/159.

[20] - Ebu Bekir Abdullah b. Süleyman el-Mahyivi el-Kafiyeci el-Bergamî (1388-1474) (Rescher, a.g.e., s.228)

[21]- Seyfüddin b. Yahya b. Muhammed b. Sadettin el-Hanefi et-Taftazani (1450-1510), Sadettin Taftazani’nin torunu. 1510 yılında siyasi bir sebebpten dolayı idam edilidi. (Rescher, a.g.e., s. 241)

[22] - Siracüddin Ebu’s-Sena Mahmud b. Ebu Bekir el-Urmevî. 1198 yılında İran’da doğdu. Musul’da felsefe öğrendi. Esas olarak mantıkçı olmakla beraber, tabiat, ilahiyat ve ahlak konusunda da eserler verdi. Geç yaşta 1283’te Konya’da vefat etti. Mantıkla ilgili diğer eserleri ise şunlardır:

1- Şerhu’l-İşarat, İbn Sina’nın İşarat’ına şerh.

2- Şerhu’l-Mucez, Hunci’nin Mucez adlı eserine şerh.

3- Beyanu’l-Hakk, Felsefi bir risale olup, bir kısmında mantığı ele alır. (Rescher, a.g.e., s. 195)



[23] - Rescher, a.g.e, s. 222, 227.

[24] - Hüsamüddin (Hüsameddin) Hasan el-Kâtî (1290-1359). Hüsam veya Hüsam-ı Kâtî diye de bilinen ve İsagoci’nin ilk şarihi olan yazar hakkında çok az bilgiye sahibiz. Eseri kadar kendisi şöhret bulmamıştır. Onunla ilgili olarak 1359’da vefat eden bir alim olduğu, mantığa katkısının ise bir mantık öğreticisi olmaktan fazla bir şey olmadığı şeklinde bilgiler çeşitli eserlerde yer alır. Bu eser isagoci’nin ilk şerhi olması sebebiyle öneme haizdir.(Bkz. Rescher, a.g.e., s. 215; Brockellman, GAL I, 464; Kehhale, a.g.e., III/272;

Diğer adı Kâle-Ekûlu olan şerhine böyle denmesinin sebebi, eserde kullanılan bir şerh tekniği sebebiyledir. Çeşitli yerlerde bir çok yazması bulunan bu eserin bir nüshası da Nuru Osmaniye-4982/6’da yer almaktadır.

[25]- Şemsüddin Muhammed b. Hamza el-Fenarî (1350-1431) tarafından telif edilen ve aynı zamanda kendisinin Osmanlı Devleti’nin ilk Şeyhülislamı olması sebebiyle çok büyük bir şöhrete sahip olan bu eser, muhtasar türünden olmamakla beraber medreselerde en az onlar kadar hatta daha fazla rağbet görmüştür. Bu eser aynı zamanda el-Fevâidü’l-Fenariyye olarak da bilinir. Fenari, Bursa veya Maveraünnehir’de olduğu konusunda ihtilaf edilen Fenar kasabasında doğmuş, ilk tahsilini Anadolu’da yapmıştır. Daha sonra tahsilini Mısırda tamamlayıp döndükten sonra 1424 yılında II. Murad onu Şeyhülislamlık görevine tayin etmiştir. Çok sayıda eser veren yazarın bu eserleri görevlerinin çokluğu sebebiyle müsvedde halinde kalmıştır. 15 Mart 1431’de vefat etmiş ve Bursa’da yaptırdığı caminin ön tarafına defnedilmiştir.(Bu konuya dair bkz. GAL, I/465, II/234; I2/609...; Rescher, a.g.e., s. 225-6 ve diğer İslami Kaynaklar.)

[26] - Kutbeddin Muhammed b. Muhammed er-Razi et-Tahtani (1290-1365). Yaklaşık 1290 yılında İran’da doğdu. 1362 yılında orada vefat etti. Kendisi felsefe öğreticisi idi ve eserlerinin geniş bir çevrede etkisi vardı. Daha sonraları (özellikle Hindistan’da) şerhlere konu olmuştu. Tahtani’nin mantıkla ilgili eserlerinden biri Şemsiyye şerhi ki, bu Tahrirü Kavaidi’l-Mantıkiyye fi Şerhi’ş-Şemsiyye olarak da bilinir. Adından da anlaşılacağı üzere Kazvini’nin Şemsiyyesi’nin şerhidir. Diğeri de bu çalışmada şerhlerin dördüncü sırasında yer alan eserdir. Bu da Metali şerhidir ve Levamiu’l-Esrar fi Şerh-i Metaliu’l-Envar olarak bilinir. Bu iki eser de çeşitli yerlerde basılmıştır.

[27] - 23. Dipnotta bu konuda bilgi verilmiştir.

[28] -Celaleddin Muhammed b. Esad ed-Devvânî es-Sıddiki (1427-1501) Ansiklobedist İran’lı bir yazardır. Hayatını asıl olarak fıkıh ve kelami konulara adamıştı. Eserlerinin büyük bir etkisi olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir şöhrete sahipti. Devvani mantıkla ilgili olarak sadece şerhlerin şarihidir. Böyle olmakla beraber bir öğretici olarak önemli bir rol oynamıştır ve Meybudi onun önemli talebelerindendir. Tehzib’e yazdığı şerhin dışında mantıkla ilgili eserleri ise şunlardır:

1- el-Mülahazat ve’l-Mugalatat.

2- Şerhu şerhi’ş-Şemsiyye, Cürcani’nin Küçek adlı eserine şerh.

3- Şerhu şerhi’l- Metali’l-Envar, Cürcani’nin Metali şerhine şerh. (Bkz. Rescher, a.g.e., s. 236)

[29]- Muhyiddin Muhammed b. Musa at-Talişi (1440-1500). Muhtemelen 1480 civarında kendisini göstermiştir. Hakkında az şey bilinir. Kâtî’nin İsagoci şerhine haşiyesi vardır ve bu eser çok yaygın olarak bilinir. (Rescher, a.g.e., s. 239)

[30] - Ahmed b. Muhammed b.Hızır (1500-1560), 1540 civarında kendisini gösteren bir araştırmacı idi. Eseri Kul Ahmed olarak şöhret bulmuştur. Kavl-i Ahmed olarak da geçer. Fenari’nin Ebheri’nin isagoci’sine yazdığı şerhe haşiyedir ve çok meşhurdur ve yaklaşık 1543’te yazılmıştır. Bu eser genelde Fenari’nin şerhinin devamında yer alır. (Rescher, s.253)

[31] -Ali b. Muhammed el-Cürcani (Seyyid Şerif) (1340-1413) tarafından kaleme alınan bu eser Haşiye ala Şerhi’ş-Şemsiyye olarak geçer. “Küçek” (Küçük) adıyla da bilinen bu eser, Kazvini’nin Şemsiyesi’ne Tahtani’nin yazmış olduğu şerhe haşiyedir. Çok meşhur olan bu eserin oldukça fazla baskıları vardır. (Rescher, s.222-23) Ayrıca kütüphanelerde çok sayıda nüshaları vardır.

[32] -Kara Davud el-Kocevi (veya el-İzmiti) (1475-1541). Mantıkta etkisi olan bir öğretici idi. 1515 yılında parlamış ve 1541’de vefat etmiştir. Eseri ise yukarıda geçtiği üzere Küçek üzerine yapılmış haşiyedir. (Rescher, s. 248)

[33] - Sadettin Mesud b. Ömer et-Taftazani (1322-1390)’nin, Tahtani’nin şerhine haşiyesidir. Bu haşiye ilk başta çok popüler idi, daha sonra Cürcani’nin haşiyesi onun yerini almıştır. (Rescher, s. 218)

[34] - Davud ile Kara Davud aynı kişidir ve aynı eserdir.

[35] - Cürcani’nin Tahtani’nin Urmevi’nin Metali adlı eserine yazdığı şerh üzerine haşiyesidir.

[36] - Îmadüddin b. Muhammed b. Yahya b. Ali el-Farisî (1440-1494) 15. Yüzyılın ortalarında parlayan İranlı bir alimdir. Kısaca İmad, yahut Farisi de denilir. Eserinin adı “Kara Haşiye” adını taşır. Bu eser de yine, Cürcani’nin Küçek adlı eserine yazılan bir eserdir.(Rescher, s. 237)

[37] - Mîr Ebu’l-Feth Muhammed b.Mahdum es-Saidi el-Huseyni (1475-1543). 1543 yılında vefat eden İran’lı bir alimdir. Kendisini felsefe ve kelama vermiştir. Eseri yukarıda da geçtiği üzere Devvani’nin Tehzib şerhi üzerine haşiyedir. Ayrıca Küçek üzerine bir haşiyesi de vardır. (Rescher, s. 248-49)

[38] - Habibullah Mirzacan es-Seyyid eş-Şirazi el-Bagındi el-Muhakik (1470-1530) Devvani’nin öğrencisi idi. (Brockellman onun vefat tarihinin 1586 olduğunu söyler. Ancak Devvani’nin 1501 yılında vefat ettiği bilindiğinden dolayı, onun öğrencisinin bu kadar geç bir tarihte yaşaması neredeyse zordur.) Mantıkla ilgili eserleri Taftazani’nin Tehzib’ine haşiye ve Cürcani’nin Tahtani’nin Metali şerhine yazmış olduğu haşiyesine haşiyedir. (Rescher, s. 245-46)

[39] - Şemseddin Mirek Muhammed Ali b. Mübaraekşah el-Buhari (1340-1400) Hikmetü’l-Ayn ve Hidayetü’l-Hikme’ye şerhleri var.

[40] - Rescher, The Development of Arabic Logic, s. 74-75.

[41] - Rescher, a.g.e, Bu başlıklar eserin bölümlerini oluşturur.

[42]- Hanefi, Hasan, İslami Araştırmalar, (Çev. İbrahim Aydın, Ali Durusoy), İst. 1994, s. 19-20

İç Oğlan Müessesesi

Evvelâ, iç oğlan kelimesini tarif etmek gerekmektedir. İçoğlanı, Enderûn denilen İç Saray’da çalışan özenle ve dikkatle seçilmiş saray görevlilerine denmektedir. Osmanlı tarihinde, Topkapı, Galata, İbrahim Paşa ve Edirne Saraylarında yetiştirilen ve zamanla muhtelif devlet hizmetlerine çıkan devşirmeler olarak tarif edilmektedir. Bunlara Saray Acemi Oğlanları veya Celeb de denmektedir. Bir de Yeniçeri Ocağının acemileri vardır; aslında bunlara iç oğlanı dense de, bunları Saraydakilerden ayırmak için Şadi adı verilmektedir.

O halde iç oğlanı, bir terimdir. Oğlan kelimesi, illa da kötü niyetle seçilmiş genç çocuk manasına gelmez. Belki Enderun denilen İç Saray’da istihdâm edilmek üzere seçilen devşirmelere de denmektedir. İç oğlan denmesi, İç Saray’da istihdâm edilmelerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca burada istihdâm edilecek devşirmeler, Enderûn Mektebinde yetişmektedirler. Yani Enderûn aynı zamanda devlet adamı yetiştiren bir fakülte durumundadır. Nitekim buradan yetişen devlet adamları arasından pek çok beylerbeyiler ve sancakbeğleri çıkmıştır.

İkinci olarak, bazı yabancı seyyâhların ve bir kısım İslâm düşmanı tarihçilerin anlattıkları gibi, Enderun yani İç Saray’da çalışmak üzere yetiştirilen İç Oğlanlarının yakışıklı olması, Padişahların gayr-i meşru arzularını tatmin için değildir. Belki İç Saray yani Osmanlı Devleti’nin en geniş sınırlara ulaştığı dönemlerde toprak alanı 24 milyon km2yi bulan bu muhteşem devletin Devlet Başkanlığı sarayı demek olan bu mahalde çalışacak personel dikkatle seçilmeliydi. Bugün bile başbakanlık ile cumhurbaşkanlığı Köşkünde çalışan personel ile normal bir devlet dairesinde çalışan personelin aynı özelliklere sahip olmadığını, aslında bu iftiraları kitaplarına alanlar da bilirler. Gerçekten İç Saray’da çalışacak personel, sır tutmalı, eli ayağı düzgün olmalı, yalancı ve hâin insanlar olmamalıydı. İşte bütün bu özelliklere sahip devşirmeleri iç oğlanı adıyla tesbit edebilmek için bugün Kriminoloji veya benzeri ilimlerin yerine Osmanlı döneminde de İlm-i Sîmâ veya İlm-i Kıyâfet denilen bir ilim dalı vardı. Elinin, ayağının, gözünün ve kulağının özelliklerine göre, bir insanın ahlaki yapısı az çok tesbit edilmekteydi. İşte Enderûn denilen İç Saray’da çalışacak iç oğlan denilen personel, bu konuda uzman olan kişilerce seçilmekteydi. Gılmân veya İç oğlan denilmesinin bir sebebi de, burada bugünkü gibi kadın personel çalıştırılmamasındandır. Bunu, Osmanlı’da Harem isimli eserimizde ayrıntılı olarak anlattık.

Üçüncü Olarak, İç Saray’da çalışan iç oğlanları yakışıklı gençlerden oluşması sebebiyle, Padişah açısından değil, kendi aralarında muhtemel bir gayr-i meşru durumdan sakınmak için çok dikkat çekenlerin yüzlerine peçe örtmesinin emredilmesi doğru olabilir. Ancak bu Padişahın onları başkalarından kıskanmalarından dolayı değil, bu konudaki şer‘î bir hükmün tatbikinden ileri gelmektedir. Gerçekten İslâm hukukunda bir hüküm vardır: “Genç bir hoca veya terbiyeci, genç ve bıyığı bitmemiş çocuklarla, fazla yalnız kalmasın; zira nefis insanı kötülüklere sevkedebilir. Hatta bu tür gençler, yüzlerine peçe bile örtebilirler. Bu tür gençlere şâbb-ı emred denilir”. Fevkalade bir edeb kaidesi olan bu hükme, bazı Osmanlı Padişahları uymuşlar ve bir kısım İç saray görevlisi iç oğlanlarına yüzlerini peçe ile örtmelerini emretmişlerdir. Şimdi soruyoruz, Kur’ân’ın emrine uymak için gösterilen bu hassasiyet nerede? Bunu Hammer gibi bir Hıristiyan tarihçinin iftirasına uyarak tamamen edeb dışı yorumlara gitmek nerede?

Dördüncü olarak bir hususa daha dikkat çekmek istiyoruz: iç oğlanlar, değişik hizmetleri görmektedirler. Bu hizmetlerden biri de Has Oda’nın hizmetlerini görmektir. Has Oda, Padişahın iç oğlanlar ile beraber olduğu ve gayr-i meşru hayat yaşadığı bir mekân değildir. Biraz sonra Has Oda’nın mahiyetini öğrenince böyle bir iddiadan titrememek mümkün değildir.

Gerçek Has Oda, Enderun odalarının birincisi ve en itibarlısı olup Fâtih tarafından personel mevcudu otuz kişi olmak üzere kurulmuştur. Daha sonra diğer Padişahlar tarafından genişletilmiştir. Harem’de değil Enderun’da yer almaktadır. Has Oda’da Hırka-ı Sa‘âdet ve diğer mukaddes emânetler bulunmaktadır. Has Odalıların asıl vazifeleri de Hırka-ı Sa‘âdet Dâiresini süpürmek, tozunu almak, mübârek gecelerde güzel kokularla donatmak ve gül suyu serpmek, Kur’ân-ı Kerim okumak, Padişaha ait hizmetleri görmek yani Saray içinde Padişahın hususî personeli olmaktır.

Özellikle Fâtih Sultân Mehmed ile alakalı olarak Notaras’ın ve Franzes’in oğlu ve Erico’nun kızı ile ilgili isnatlar ise, Bizans tarihçilerinden bazılarının, İstanbul’u fethetmesinden dolayı duydukları kızgınlığın yalancı bir sonucu olmaktan öteye gitmemektedir ve hiç bir delile dayanmamaktadır.

Bütün bu bilimsel açıklamalara rağmen, hâlâ İslâmcı Gay’ler diye haber yapanların durumunu ilimden anlayanlar daha iyi takdir edebileceklerdir. Bunlar, Gelibolulu Mustafa Âlî’nin tıpkı Kâbusnâme’de olduğu gibi, erkek ve kadın hizmetkârlar ve câriyelerle ilgili verdiği bilgileri ve özellikle de genç kız ve erkek manasında kullanılan gulâm ve bunun çoğulu olan gılmân kelimesini dillerine dolayarak, Osmanlı devlet adamlarını ve hatta Şeyhülislâm ve kazaskerlerini bile, gay’likle itham etmektedirler. Halbuki aynı yazar, tıpkı Kabusnâmenin yaptığı gibi, hizmetkârlar hakkında bilgi verdikten sonra, toplumdaki ahlaksızlar hakkında da bazı açıklamalarda bulunmaktadır. Zaten, Osmanlı toplumunda tümüyle bu ahlaksızlıklar yok idi denilemez. Karşı çıkılan, bu ahlaksızlıkların Padişahlara ve âlimlere de isnad edilmesidir.

Büyük Osmanlı Tarihçisi Âlî, bu rezillere ayırdığı kısa bahiste, gay tabir edilen cinsî sapıkların dinimize göre suçlular olduğunu, haram helal demeden kadınlarla beraber olanların ise, nefislerine mağlup olan reziller grubunu teşkil ettiğini; lezbiyenlerin ve homoseksüellerin de bunlar gibi reziller grubunda yer aldığını, toplumdaki grupları sayarken gayet açık beyan eylemektedir. Aynı eserde, meyhânelere ayrılan bir bölüm de vardır. Acaba böyle bir bölümde gayr-i müslimlerin meyhaneleri anlatıldığı ortada olduğu halde, bu başlığı okudukdan sonra, Osmanlı Devleti’nde herkes meyhâneye giderdi mi diyeceğiz?

Osmanlı Devletinde Sosyal Tabakalaşma

Osmanlı Devleti'nde batılı anlamda sosyal tabakalaşmadan ve sosyal sınıflardan söz edilebilir mi?
İnsanların biyolojik olduğu kadar, sosyal bakımdan da yani ihtiyaçları, gelirleri, yaşayışları, giyinişleri, çalışma ve istirahat saatleri, örf ve adetleri vb. açılardan da birbirlerinden farklı yönleri bulunmaktadır. Dolayısıyla tarihin bütün devirlerinde insanlar arasında tabakalaşmanın varlığı bilinmektedir

Sosyal tabakalaşma terimi belirli bir nüfusun hiyerarşik olarak sosyal manada üst üste gelen sınıflar halinde farklılaşması ve genel olarak otorite, prestij, statü ve güç gibi çeşitli değişkenlere göre nüfusun farklılaşmasının hiyerarşik sıralanması anlamında kullanılmaktadır. Tarih boyunca görülen sosyal tabakalaşma çeşitleri şu başlıklar altında toplanabilir; 1) İlkel toplumlarda görülen yaygın köleliğin doğurduğu tabakalaşma. 2) Ortaçağ Avrupa’sında geniş toprak mülkiyetine dayanan feodal sistem. 3) Kast sistemi. 4) Statü tabakalaşmasının doğurduğu sosyal sınıflar.

Sosyal sınıf kavramı ise, sosyal tabakalaşma kavramı ile iç içe bir kavramdır. Sosyal sınıfların olduğu yerde bir sosyal tabakalaşmadan, sosyal tabakalaşmanın olduğu yerde ise sosyal sınıfların varlığından söz edilir. Tarihin kaydettiği bütün toplumlarda sosyal sınıfların varlığı bilinmektedir. Sosyal sınıflar hiç bir zaman ortadan kalkmamakta, karakter değiştirerek devam etmektedir. Sosyal sınıfların önem kazanması çağdaş sanayi toplumlarıyla mümkün olmuş, modern toplumlarda ise sosyal farklılaşma ve politik hiyerarşi artmıştır.

Osmanlı Devleti’nde batılı anlamda sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıflar oluşmamıştır. Pek çok tarihçi ve sosyolog bu konuda fikir birliği içerisindedir. Batıda görülen serf-senyör, proleterya-burjuvazi şeklinde bir tabakalaşma Osmanlı toplumu içinde vücut bulmamıştır. Mevcut durumu ne bir sınıf sistemi, ne bir kast ne de feodal sistem olarak tanımlamak mümkün değildir.

Batıda oluşan sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıfların benzer şekilde Osmanlı Devleti’nde gelişememesinin nedeni, İslâmi toplum ve mülkiyet anlayışıdır. Türk-İslâm değer hükümleri toplumda tabakalaşmayı şekillendirmiştir. İstismarı önleyici, iddiharı yasaklayıcı, diğergam ve dayanışmacı prensipler ve sermayenin belirli ellerde toplanmasını engelleyen ilke ve uygulamalar farklı bir tabakalaşmaya neden olmuştur. İslâmi anlayış toplumda yönetici olanları yönettiklerinden sorumlu tutmuş, bu nedenle yönetici-yöneten arasındaki ilişki bir tahakküm değil bir sorumluluk ilişkisi şeklini almıştır. Yönetimin en başındaki sultan “uyruklarının babası” olma gibi bir telakkiden çok “tebaanın refahlarından şahsen sorumlu olduğu” kanaatını taşımış ve tebaasını kendisine “Cenab-ı Hakkın bir vediası” yani emaneti olarak değerlendirmiştir.

Osmanlı Devleti’nde sınıf anlayışının batıda görülen anlayıştan farklı olması nedeniyle bir asiller sınıfı ve aristokratlar doğmamıştır. Devlet kapitalistleşmeye karşı olduğu gibi, tahakküme dayalı sınıflaşmaya da karşı idi. Zaten toplumda sosyal ilişkileri düzenleyen prensipler sınıfçı eğilimleri zayıflatıyor, farklı meslek ve statü sahiplerini birbirine bağlıyordu. Daha sonra farklı meslek ve statü sahipleri devlete bağlanıyordu. Bu özellikleri gösteren Osmanlı sisteminde batıda görülen keskin sınıf ayrımları görülmemiştir. Osmanlı yazarları da sosyal grupların dünya işlerinde birbirlerinden üstün olmadıklarını, toplumda iş bölümünü oluşturan bu grupların zirai üreticiler, ticâret ve sanat ehli, âlimler ve askerlerden oluştuğu ve bu grupları yönetenlerin tercih ve tafdili için bir sebeb olmadığını belirtirler.

Toprak mülkiyetini devletin uhdesine alması, yukarda belirttiğimiz gibi sermayenin belirli ellerde toplanmasını engelleyen ilke ve asalete dayanan eski Türk aşiret anlayışına son verilmesi Osmanlıda batı türü sınıflaşmayı engelleyen en önemli âmil olmuştur. Böylece siyasi iktidarı etkileyebilecek toprak asilleri ve büyük sermaye sahipleri gibi güçlerin oluşması engellenmiştir.

Osmanlıda sosyal tabakalaşmayı belirleyen önemli bir ayrım, yöneten-yönetilen ayrımıdır. Yönetenler askerî, yönetilenler re’âyâdır. Bu ayrımda mali kaygılar yatmaktadır. Dinî ayrım; müslim-gayr-ı müslim şeklindedir. Hukukî ayrım; hür-köle ayrımıdır. Ayrıca XVII. yüzyıldan itibaren âyan denilen yeni bir sosyal tabaka daha belirmiştir.

Bu tür çoklu bir ayrımın dışında toplumu iki ana sınıfa ayırarak değerlendiren İnalcık'a göre; “Osmanlı toplumu iki ana sınıfa ayrılıyordu. Askerî denen ilki, saltanat beratı ile padişahın dinsel yetki ya da yürütme yetkisi tanıdığı kimseleri, yani saray memurları, mülki memurlar ve ulemayı içine alıyordu. İkincisi, re’âyâ olup, vergi veren, fakat hükümete katılmayan bütün Müslüman ve Müslüman olmayan uyrukları içine alıyordu Uyruklarını askerilerden uzak tutmak devletin temel bir kuralıydı. Yalnızca sınırlarda fiilen savaşçılık eden ve medresede düzenli bir eğitimden geçerek ulema zümresine girenler padişahın beratını alıp askeri sınıfın üyeleri olabilirlerdi”.

Konuyu toprak mülkiyeti açısından değerlendiren Mustafa Akdağ, Osmanlı Devleti’nde toprak mülkiyetinin devletin elinde bulundurulması sonucu sosyal tabakalaşmanın devletin öngördüğü biçimde şekillendiğini belirtir. Osmanlı toprak düzeninin esasını oluşturan “mîrî arazi rejimi“; fethedilen yerlerin (ziraata elverişli alanların) özel mülkiyet dışı tutularak kamu malı sayılıp devletin elinde bırakılması idi. Diğer tabii kaynaklar da aynı doğrultuda kamulaştırılarak devletin kontrolüne bırakılmıştı. XVI. yüzyılın sonlarına kadar yaşatılan bu kamulaştırma prensibinin bir neticesi olarak, devlet toplumun gidişatına göre şekilleneceği yerde, toplum devletin elinde yoğrulmuş, dolayısıyla sosyal tabakalaşma da bu siyasi tercih çerçevesinde biçimlenmiştir. Böylece, Osmanlı Devleti’nde toplumun “sınıfsal ayrışımını” meydana getiren devletin kendisi olmuştur. Bu sebeple, Osmanlı toplumundaki oluşuma sosyal değil, fonksiyonel oluşum; böyle bir oluşum içinde şekillenen sınıflar da sosyal sınıflar değil, fonksiyonel sınıflar denmesi daha doğru olacaktır. Osmanlı toplumunda ortaya çıkan bu oluşum “ne Doğuda, ne de Batıda hiç örneği bulunmayan” bir hususiyet taşır.

XVI. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı devlet ve toplum yapısı incelendiğinde bütün toplum fertlerinin başlıca şu üç kategoriye ayrıldığı görülür; 1- Askeri Sınıfı, 2- Şehirli Sınıfı, 3- Köylüler (çiftçi ra’iyyet sınıfı). Burada her ne kadar fertleri üç ayrı kategoride ele alarak ayrı ayrı incelemek mümkün ise de askeri sınıfın dışında kalan kesim “ra’iyyet” olarak mütalaa edilmektedir. Bu nedenle bütün devlet teşkilâtında ve kanun metinlerinde bu esasa göre hareket edilerek düzenlemeler ona göre yapılmıştır. Böyle bir ayırım eski İslâm ve Türk Devletlerinde “erbâb-ı seyf“ ve “erbâb-ı kalem“ şeklinde görülmekte idi. Erbab-ı seyf ve erbâb-ı kalem, Osmanlıda askeri sınıf kavramı içine dahil edilmektedir. Tarihçi Cengiz Orhonlu ise Osmanlı cemiyetini üç unsura ayırır: 1) Ulema, esnaf, ümera gibi çeşitli grubları içine alan eşraf. 2) Köylüler. 3) Ehl-i örf denen memurlar.

Sosyologlar ise yükselme döneminde toplumu oluşturan fertleri üç tabaka halinde incelemişlerdir. Yukarı tabakada merkezî otoriteyi temsil eden siyasi iktidar sahipleri, ordu ileri gelenleri, has ve tımar sahipleri, âyan, eşraf ve mahalli beyler, orta tabakada; ticari ve sınayi kesim, alt tabakada; re’âyâ (halk) bulunmaktadır.

Re’âyâ veya ra’iyyet, devlete vergi vermekle yükümlü geniş bir kitleyi oluşturmaktadır. Askeri sınıf kavramı ise, fiilen askerlik anlamından öte, daha kapsamlı olarak bütün kamu hizmetlerini deruhde edenleri içine almaktaydı. Padişahın verdiği özel bir beratla herhangi bir devlet hizmetine tayin edilen ve böylece belirli vergi yükümlülüklerinden muafiyetle ehl-i berat olanlar asker statüsünü kazanmakta idiler. Herhangi bir hizmet karşılığı beklenmeden vergilerin bir kısmından veya bütününden muaf olan tekke şeyhleri, peygamber evladından olduklarına dair berat almış bulunan sâdât kesimi de askeri sayılmakta idiler. Kadılar, müderrisler, yüksek medreselerdeki talebeler ve mezunları (danişmend ve mülâzımler) gibi ilmiye mensubu kişiler berat ve vazife almadıkları zaman bile askeri sıfatını haiz idiler.

Geniş bir kitleyi muhtevi askeri sınıf kavramı içinde mütalaa edilen grublar birbirlerinden çok farklı sosyal statü ve mevki sahibi kişilerden, “hem sosyal hiyerarşinin tepesinde bulunan padişahı hem de ücretini bir vakıftan alan bir cami ferraşı”ndan teşekkül ediyordu.

Böylece teşekkül eden bu geniş sınıfın bilhassa vergi konusunda re’âyâdan farklı olarak birçok imtiyazları vardı. Re’âyânın ödemek zorunda olduğu ra’iyyet rüsumu ve diğer vergilerden muaf idiler ve bu muafiyet Osmanlı idari teşkilâtı içerisinde askeriyi re’âyâdan ayırdeden belli başlı bir vasıf sayılıyordu. Askerî kesimin vergiden muaf tutulmaları ve kazasker mahkemesinde yargılanma gibi bir takım ayrıcalıkları bu kesimin sosyal hayatta itibarlarını yükseltmiştir[1].



[1] BA, Mühimme Defteri, nr. 227, sh. 120; nr. 78, sh. 897; Ta‘limat-ı Şehid Ali Paşa, (neşr. Mehmed Galib), TOEM , cüz 3, sene I, İstanbul, 1328/ 1910; Âlî, Mevaidü'n-Nefâis Fi Kavâidi'l-Mecâlis, (Mehmed Şeker neşri), sh. 290-291; Akgündüz; Osmanlı Kanunnâmeleri, c 3, sh. 143; Mumcu, Ahmed, Osmanlı Devleti’nde Siyâseten Katl, Ankara 1963, sh. 70; Tabakoğlu, Ahmed; Türk İktisat Tarihi , 2. Bask, İstanbul 1994, sh. 138-144, 148; Bilgiseven, Âmiran Kurtkan, Genel Sosyoloji , 4. Baskı, İstanbul 1986, sh. 142, 145; Malî Sosyoloji, İstanbul, 1968, sh. 96, 107-116; Rodinson, Maxime, “İslâm Dünyasında İktisat Tarihi ve Sosyal Sınıfların Tarihi”, Belleten, c. LIII, sayı 207-208(1989), sh. 883-901; Yediyıldız, Bahaeddin, “Türk Vakıf Kurucularının Sosyal Tabakalaşmadaki Yeri 1700-1800”, Osmanlı Araştırmaları II, İstanbul 1982, sh. 147, 151; Orhonlu, Cengiz, Osmanlı İmparatorluğunda Derbend Teşkilatı, İstanbul 1967, sh. 32-33; Cin-Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi I-II, Konya 1989, cilt 1, sh. 201; İnalcık, Halil, “The Nature of Traditional Society, Turkey”, Robert Ward ve Dankwart Rustow, ed., Political Modernization in Japan and Turkey, Princeton, 1964, sh. 44'den nakleden Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, Ankara 1969, sh. 85, 86, 87; İnalcık, Halil, “XV. Asır Türkiye İktisadi ve İctimaî Tarihi Kaynakları”, İÜ. İktisat Fakültesi Mecmuası, c. XV/1-4, sh. 53; İnalcık, Halil, “Osmanlılar’da Raiyyet Rüsûmu”, Belleten, c. XXIII (1959) sh. 595, 596; Sahillioğlu, Halil, “Askerî”, DİA, c. 3, sh. 488; Yüksel, Hasan, “Vakfiyelere Göre Osmanlı Toplumunda Aile”, Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi I-III , Ankara 1992, c. II, sh. 486; Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. 3, sh. 14; Eröz, Mehmed, İktisat Sosyolojisine Başlangıç, 3. Baskı, İstanbul 1982, sh. 87; Akdağ, Türkiyenin İktisadi ve İçtimai Tarihi c. II, sh. 113, 114, 268, 290, 291; Erkal, Mustafa, Sosyoloji (Toplumbilimi), 3. Baskı (İstanbul 1987), sh. 179, 182,185,186, 198, 199; Fındıkoğlu, Z. Fahri , Sosyalizm I-II , İstanbul 1952, c. 1, sh. 156.

Osmanlı Hukukunda Vatandaşların Temel Hakları

Osmanlı Hukukunda Vatandaşların Temel Hak Ve Hürriyetleri Ve 1839 Tarihli Tanzîmât Fermanı
Önemle arz edelim ki, günümüzde bilinenin ve bize okullarda öğretilenin tersine, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygının tarihî gelişimi açısından, Batı ile Doğu ve daha doğrusu Osmanlı Devleti ile diğer çağdaşı olan devletlerin durumu, %100'e varan nisbette birbirinden farklıdır. Kamu hukuku kitaplarında anlatılan ve öğretilen, insanların hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler ve hatta biraz sonra kısaca bahsettiğimiz 1215 tarihli İngiliz Magna Carta'sı ile Fransız 1789 tarihli inkılâbının bu açıdan arz ettiği önem, sadece Osmanlı Devleti dışındaki ve daha doğrusu İslâm ülkeleri dışındaki devletler açısından doğrudur. Bazı iddiaların tersine, 1839 tarihli Tanzîmât Fermanı, 1856 tarihli Islahat Fermanı ve 1876 tarihli Kanun-ı Esasî, insana ait hak ve hürriyetleri ilk defa kabul etmemiş, belki eskiden beri var olan bu hak ve hürriyetleri sadece yazılı hale getirmiştir. Bu husus, çok önemlidir. Özellikle yükselme devrinde, Osmanlı Padişahlarının hukuka karşı duydukları saygıları ve adaleti icradaki titizlikleri, inkâr edilemez tarihî bir hakikattır. Bir devlet, kuvvet kanunda olduğu müddetçe ayakta durur; aksi takdirde yani kanunun kuvvette olması durumunda, devlet, kudret ve kuvvetini kaybeder

Konuyu takdim ederken şu hakikatı da belirtmeden geçemeyeceğiz: Osmanlı Devleti'nde insana Allah'ın mahluku muhterem ve aziz bir varlık olarak bakılır. Yunus'un “Yaradılanı severiz Yaradan'dan ötürü” şeklindeki esprisi, özellikle yükselme devirlerinde çok açık bir şekilde Osmanlı Devleti'ne hâkim olan espridir. İsterseniz insana ve onun haklarına saygıyı muvakkaten bir tarafa bırakarak, hayvanlara bile ne derece saygı gösterildiğini, bir belge ile sizlere takdim edip daha sonra insana ve hukuka saygı üzerinde duralım: Batı dünyasında hayvan hakları kavramı 19. asrın son çeyreğinde gündeme gelmişken ve Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisini 1948'de kabul etmişken, aynı esaslar ve hatta daha ilerideki bazı kâideler, Osmanlı Kanunnâmelerinde ilk dönemlerden beri yer almış bulunmaktadır. Misâl olsun diye II. Bâyezid devrinde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Belediye Kanunnâmesindeki şu hükmü beraber mütala‘a edelim:

“Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursa, sâhibine tamam etdüre. Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından gele.”; “Fil-cümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah u Te‘âla yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip görüp gözetse gerektir, şer‘î hükmi vardır.”.

Hayvanların hukukuna bile tecâvüzü yasaklayan bir inanca sahip olan bir devletin, suiistimallerin dışında insanların hak ve hürriyetlerine saygı göstermemesi mümkün değildir.

O halde, Osmanlı Hukukunda temel hak ve hürriyetler fikri, modern siyasî düşünce fikrinin geçirdiği safhaları yaşamamıştır. Zira İslâm hukukunun kabul ettiği hak ve hürriyetler başlangıçtan beri vardır ve tabiî bir haktır. İslâm Hukukunun kabul ettiği bu temel hak ve hürriyetler, uygulamada iktidarlara göre bazı farklılıklara maruz kalmıştır. Bu konuda evvelâ Osmanlı Hukukundaki hürriyet kavramını incelemek gerekir. Osmanlı Hukukunda hürriyetin şu şekilde tarif edildiğini görüyoruz: Hürriyet ne başkasına ve ne de nefsine zarar vermemek şartıyla meşru dâirede dilediğini yapmaktır. Gerçekten hürriyet odur ki, adlî kanunlar dışında kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hakları dokunulmazdır ve herkes meşru’ dairede istediği gibi hareket etsin. Buna göre kişilerin kullanabildikleri bazı temel hak ve hürriyetlere değinelim.

Siyasî haklar arasında seçme hakkı başta gelmektedir. Uygulamada tam olarak riayet edilmese de, halifenin veya sultanın seçilmesinde halkın mühim rolü vardır. Şûrâ esası uygulanırsa herkes bizzat veya temsilcisi vasıtasıyla fikrini beyan edebilir. Bu mümkün olmazsa, ülkede ilâhî irâdenin yani İslâm hukukunun icrasından, bütün Müslümanlar sorumludur. Bu sorumluluğun neticesi olarak halk, halifeyi veya sultanı murakabe etme ve şartlar gerçekleşirse azletme hakkına sahiptir. 1255/1839 tarihli Gülhane Hattı Hümâyunu bu durumu halka karşı şöyle ifade etmektedir: “Bu şer’i kanunlar sadece din, devlet, mülk ve milletin ihyâsı için vaz’ olunacaktır. Tarafımızdan bunlara aykırı hareket vuku bulmayacağına ahd-ü misak olarak hırka-i şerife odasında bütün ülema ve vekiller huzurunda yemin edilmiştir”. Diğer taraftan her Müslüman, devlet başkanlığı dahil bütün devlet hizmetlerine seçilmek üzere aday olabilir. Ancak devlet hizmetini talep, arzu edilmeyen bir durumdur. Ayrıca eski Türk Devlet anlayışı bu konuda müessir olmuş ve saltanatın irsîliği esası itina ile korunmuştur.

Temel hakların en önemlilerinden biri de eşitliktir (müsâvât). Eşitlik, İslâm hukuku tarafından izah edildiği şekliyle temel bir hak olarak görülmüştür. Evvela hukukî eşitlik emredilmiştir. Kanun ve mahkeme önünde insanlar eşittir. Gayr-i müslimlerin bazı konulardaki kendi kanunlarının uygulanmasını isteme hakkı dışında, İslâm ülkesinde tek kanun geçerlidir. “Yemin ederim ki, kızım Fâtıma hırsızlık etse, ona da cezasını uygularım” hadisi bunu ifade etmektedir. Diğer taraftan sosyal eşitlik yani fırsat eşitliği de kabul edilmiştir. Azatlı ve siyah bir kölenin bile devlet başkanı olabileceğini belirten hadis, bunun nihaî sınırını çizer.

Ferdî haklar içinde mütalaa edilen bazı hürriyetleri de şöylece sıralamak mümkündür: a) Şahsî hürriyetler. Başkasının hak ve hürriyetlerine tecâvüz etmemek şartıyla herkes seyahat hürriyetine ve can güvenliğine sahiptir. “Beraât-i zimmet asıldır“ kaidesi bunu ifade eden önemli bir esastır. Şahsî hürriyet konusunda Müslüman ve gayr-i müslim farkı yoktur. Herhangi bir kimsenin canına, malına ve namusuna tecâvüz suçtur. b) İnanç ve ibâdet hürriyeti. İslâm hukuku sadece dinînden dönen mürtede hayat hakkı tanımamıştır. Bunun dışında hiçbir kimse Müslümanlığa zorlanamaz. Devlet içinde gayr-i müslim tebaanın ma’betleri muhafaza edilir ve ibâdetlerine imkân tanınır. c) Mesken dokunulmazlığı bizzat Kur’ân tarafından garanti edilmiştir. d) Çalışma hürriyeti ve özel mülkiyet hakkı da kabul edilmiştir. Kimsenin mülkiyet hakkına tecâvüz edilemez. Mülkiyet hakkına iki çeşit müdahale mevcuttur; iktisap sebebinin gayr-ı meşru olması istenmemektedir. Belli ölçüde serveti olanlara kamu yararı ve sosyal adalet adına zekât ve fitre gibi yükümlülükler yüklenmektedir. e) Öğrenim hak ve hürriyeti. Her Müslümana öğrenmek yalnız hak değil aynı zamanda bir ödevdir. Ayrıca İslâm ülkesindeki fertlere sosyal haklar da tanınmıştır. Zekât ve vakıf gibi sosyal güvenlik müesseselerinin yanında, devletin muhtaç vatandaşa bakma yükümlülüğü de mevcuttur.

Bu zikredilen temel hak ve hürriyetler, bazı uygulama aksaklıkları dışında bütün Osmanlı Tarihi boyunca kabul edilmiştir. Osmanlı topraklarındaki gayr-ı müslimlere ait ma’betler, mektepler ve mülkler ve bunlara ilişkin mahkeme kararları bunun açık örnekleridir. Türklerin ilk yazılı anayasası olan 1293/1876 tarihli Kanun-ı Esasî bu hakları ilk defa kabul etmemiş, belki sadece yazılı hale getirmiştir. 1876 tarihli Kanun-ı Esasî’nin ikinci faslı ve 8-26. maddeleri Osmanlı Devleti tebaasının umumî haklarını biraz önce açıkladığımıza yakın bir şekilde sıralamaktadır. Mesela 10. madde şahsî hürriyeti, 11. madde din ve vicdan hürriyetini, 15 ve 16. maddeler öğrenim hürriyetini, 17. madde eşitlik esasını düzenlemiştir. Bu arada 1293/1876 tarihli İntihâb-ı Mebusan Kanunu Lâyihasının 2. maddesi sadece erkeklerin milletvekili seçiminde oy kullanabileceklerini hükme bağlamış ve bu hüküm 1341/1922 tarihli tadilatta da aynen muhafaza edilmiştir.[1]

[1] İstanbul İhtisâb Kanunnâmesi, Topkapı Sarayı Müzesi kütp., nr. R. 1935, vrk. 96/b-106/b, md. 58,73; Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. II, sh. 296-297; Süleymaniye Kütp. Reşid Efendi, nr. 1036, vrk. 48/a-49/a; Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, c. III, sh. 180-183; Cin-Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1990. c. I, sh. 186-187; De La Jonquiere, histoire de I'Empire Ottoman, sh. 164; Ergin, Mecelle-i Umûr-i Belediye, c.I, sh. 217.

Osmanlı Devleti'nde Hakların Korunması

Osmanlı Devleti'nde İnsanı İnsan Yapan Şahsî Hak Ve Hürriyetlerin Korunması Ve Güvenlik İlkesi
İnsanın hukukunun başında, insanın şahsî hak ve hürriyetleri gelmektedir. Modern hukuk devletlerinin anayasalarında temel hak ve hürriyetlerin başında gelen bu hak ve hürriyetlere Osmanlı Devleti'nde nasıl bakıldığının izahı, diğer temel hak ve hürriyetler hakkında da bize fikir verecektir.

İnsanın maddî, manevî ve iktisadî varlığı üzerinde sahip olduğu haklara ve hürriyetlere “şahsî hak ve hürriyetler“ diyoruz. İnsana ait bu hak ve hürriyetler, kişinin güvenliği ilkesi ile birlikte yürürler ve birbirini tamamlarlar. Batıda şahsî hak ve hürriyetlerin gündeme gelmesi için, kişiyi haksız olarak tutuklamaya karşı koruma amacını güden XVIII. yüzyıla ait bildirileri beklemek gerekir. İnsan hayatının, sağlığının, vücudunun korunması; namus ve şerefinin muhafazası; özel hayatın gizliliklerinin gözetilmesi ve benzeri şahsî haklar, Batı hukuk sistemlerinde, ancak XIX. yüzyılda gündeme gelmeye başlamıştır. İlk defa konuyla ilgili hüküm ihtiva eden İsviçre Medeni Kanunu dahi, 1912 tarihlidir. Osmanlı Devleti'nde ise, Kur’ân'ın “Bir ma‘sumun hayatı ve kanı, bütün insanlık için dahi feda edilemez” düsturu ve Hz. Peygamber'in İslâm’ın ilk haklar ve hürriyetler bildirisi demek olan Veda‘ Hutbesi'nde ifade ettiği “Ey İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ve üzerinde bulunduğunu şu belde nasıl mukaddes bir belde ise, canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle mukaddesdir, dokunulmazdır ve her türlü tecavüzden korunmuştur” şeklindeki emirleri esas alınarak, insana ait hak ve hürriyetler tanzim olunmuştur. Bu hak ve hürriyetlerin nasıl tanzim edildiğini Kanunnâmelerin maddeleri ve fıkıh kitaplarındaki şer‘î hükümler arasında görmek mümkün olduğu gibi, eski mahkeme kararları demek olan şer‘îye sicillerinde de çokça görmek mümkündür.

Burada uygulamaya ışık tutması açısından 1539 tarihli iki belgeden yani iki mahkeme kararından bahsetmek istiyoruz. Bu iki belge, iki önemli gerçeği gözlerimiz önüne sermektedir: Birincisi, bu tarihlerde Anadolu'nun ücrâ bir köşesi sayılan Anteb'de böbrek ameliyatının yapılabiliyor olmasıdır. İkincisi ise, günümüz hukuk sistemlerinde bile, tıbbî müdahaleler ve ameliyat için, hastanın yazılı bir basit muvâfakatnâmesi yeterli görülürken, o tarihlerde yani 1539'larda dahi böyle bir muvâfakatın mahkemece karar altına alınması şartının aranması ve bu durumun o dönemde bile insana ve insanın sahip olduğu şahsî haklara verilen önemi ve gösterilen saygıyı ısrarla vurgulamasıdır. Bu kararlardan birinde, Hacı Mehmed, oğlu Satılmış'a, velâyeten muvâfakat vermekte ve Doktor Nazar oğlu Budak da belli şartlarla ameliyatı kabul ettikten sonra, mahkeme bunu tasdik edip zabıt altına almaktadır. İnsanın ve şahsî haklarının ne derece önemli şeyler olarak kabul edildiğini ve her medenî mesele gibi, şahsî haklar ve insana saygı hususunda da Batı'yı fersah fersah geride bıraktığımızı, bu ve benzeri çok sayıdaki belgeler açıkça göstermektedir. Bu tür belgeler, “Kişi, bilmediğinin düşmanıdır” kâidesince, geçmişimize ve ecdadımıza olan düşmanlıkların cehâletten kaynaklandığını, gözler önüne sermektedir.

Güvenlik ilkesi üzerinde de kısaca durmak istiyoruz. Mecelle'nin kabul ettiği bir esasa göre, “Berâat-i zimmet asıldır“, yani bir insanın suçluluğu isbat edilmedikçe, suçsuz kabul edilmesi genel bir hukuk prensibidir. Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri var olan ve Batılı Devletlerin ancak XVII. asırda kavramaya çalıştığı bu esası, Hz. Ömer şöyle açıklamaktadır: “İslâm'da hiç kimse haksız olarak tevkif edilemez. Bir mahkeme kararı olmadan kimsenin hürriyeti kısıtlanamaz”. Kur’ân'ın “Hiç bir suçlu, bir başka suçlunun cezasını çekemez” düsturunu benimseyen Osmanlı Devleti'nde, insanlar işledikleri suçlardan şahsî olarak sorumludurlar. Osmanlı Kanunnâmeleri, kadı ma‘rifetinsüz yani mahkemenin kararı olmadan hiç bir cezanın infaz edilemeyeceğini ve kimseden bir habbe ve bir akçe alınamayacağı, yüzlerce yerde, başından beri sağlam esaslara bağlamışlardır. İsterseniz bazı kanun hükümlerini aynen nakledelim:

“Ve dahi hapis yerlerinde kefil bulunur iken hapsetmeyeler, yazıp Dergâh-ı Alîye arz edeler. Meğer ki, şenâ‘at-i azîme ola. Ve dahi firar ihtimali olub kefil bulunmayıcak hapsedeler.”.

“Mücrim olan kimesne teftiş olunmadın veyahud üzerine zâhir olan şenâyi‘ şer‘le ve örfle yerine varmadın sancakbeği ve subaşısı ve adamları nesne alub salıvermek memnû‘dur. Kendüler mahall-i töhmet ve adamları mücrim ve müstahakk-ı ikâb olur.

....amma mücrim ve müttehem olan kimesne mütemerrid ve mu‘annid olub da‘vet ile mahkemeye gelmekden imtinâ‘ eyleye, berây-ı ta‘zir cebr ile bilâ-ta‘zîb mahkemeye getürmek memnû‘ değildir.”.

Zikredilen kanun hükümlerinin, asrımızın dahi yüz karası olan işkenceyi de şiddetle yasakladığını açıkça görüyoruz. Bu anlattıklarımızı teyid etmek açısından, Hollandalı bir gayr-ı müslim hukukçunun, 1895 yılında, “şer‘-i şerif“ ve “kanun-ı münif“ diye özetlenebilecek Osmanlı Hukuku hakkında, II Abdülhamid'e sunduğu bir rapordan bazı cümleler nakletmek istiyoruz:

“Şer‘-i şerifde ve dolayısıyla Osmanlı Hukukunda, bir çok hukukî hükümler vardır ki, bazıları pek yakın bir zamanda Avrupa'ya girebilmiş ve daha bir çok insânî hükümler vardır ki, asrımızdan sonra girecektir. Bu iddiamıza delil olmak üzere, insana ve hukuka saygının ifadesi olan şu hükümleri sayabiliriz: Ehlî hayvanların himaye ve korunması; mahkemelerde davaların meccânen görülmesi; evli bir kadının kocasına müracaat etmeksizin tasarrufunda bulunan mal varlığını istediği gibi idare etmesi; Müslümanların ve gayr-ı müslümlerin kanun önünde eşitliği; sorgulamalarda sanıklardan ikrar ve itiraf gibi beyanlar almak için işkence icrasının kesinlikle yasak oluşu ve benzeri hükümler....”[1]


[1] Kur’ân, Fâtır, Ayet, 18; Mâide, Ayet, 32; IV. Murad Kanunnâmesi, Süleymaniye kütp. Esat Efendi, nr. 2362, vrk. 35/b; Hüdâvendigâr Livası Kanunnâmesi, md. 33-34. Bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. II, sh. 184, Bâyezid II-18, md. 33-34; Gâzîantep Şer‘iye Sicilleri, nr. 2, sh. 282, 300; İstanbul Müftülüğü Şer‘iye Sicilleri, Üsküdar Mahkemesi, nr. 136, sh. 6; Akgündüz-Heyet, Şer’iye Sicilleri, c. I, sh. 224-225; BA, YEE, nr. 14-1540, sh. 18 vd.; Ergin, Mecelle-i Umûr-i Belediye, c. I, sh. 217-218; İmre, Zahit, Medeni Hukuka Giriş, İstanbul 1976, sh. 89 vd.; Akın, İlhan, Kamu Hukuku, sh. 321 vd.; Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Tercümesi, c. IV, sh. 334, 412; c. X, sh. 389, 395; Armağan, Servet, İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1987, sh. 82 vd.;

Osmanlıların Şeceresi (Soy Ağacı)

Osmanlıların Şeceresi (Soy Ağacı)
Osmanlıların şeceresi (soy ağacı) ile ilgili kısaca bilgi verebilir misiniz? Osmanlı’ların Türk olmadıkları söylentileri ve Ertuğrul Gâzî’nin babasının Süleyman Şah mı yoksa Gündüz Alp mi olduğuna dair görüş ayrılıkları konusunda neler biliyoruz?
Her iki konu da bazı batılı tarihçiler tarafından tartışılmış ise de, son yapılan ilmî araştırmalar ve de ortaya çıkan bazı Osmanlı sikkeleri, problemi hemen hemen çözmüş bulunmaktadır. Şöyle ki:

Birinci konuda, başta Gibbons olmak üzere bazı batılı yazarlar, Osmanlı Devleti’ni kuran Osmanlı Hânedânının aslen Türk olmadıklarını, belki Moğol neslinden olabileceklerini ileri sürmüşler ve hatta bazı tarihçiler, Müslümanlıklarının dahi Anadolu’ya geldikten sonra gerçekleştiğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Ancak bu manada söylenenler, sadece menkıbe kabilinden bazı olayların, çok zorlamalarla yorumundan ibaret olduğunu, yerli ve yabancı bilim adamları ortaya koymuşlardır.

Şurası açıktır ki, Oğuz boyunun Gün, Ay ve Yıldız Hanlarından meydana gelen kollarına Bozoklar denmektedir; Gün Han’ın Kayı, Bayat, Elkaevli ve Karaevli ismiyle dört boyu bulunmaktadır. Sağlam ve kudret sahibi demek olan Kayı Boyunun sembolü (ongun) şahindir ve Osmanlılar da Kayı Boyundandırlar. Osmanlı Devleti’ni kuran ve ona adını veren Osman Bey’in ve babası Ertuğrul Gâzî’nin, ne kadar küçük olursa olsun, Kayılara mensup bir aşiretin başında bulunduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun dışında, Kayıların Hz. Adem'e kadar giden şecereleri ile ilgili izahlar, sadece menkıbevî kıymete haizdirler. Tarihen sabit olmadığı gibi, bütün şecerelerin de birbirini tutmadığı açıkça görülür. Hatta bazı kaynaklarda, Osmanlıların soyu, Hz. Peygamber’e bile isnâd olunmaktadır. Bunların ilmî değerleri yoktur.

Eskiden beri Oğuzların bir şubesi olan Kayılar, diğer Oğuz boylarının göç hareketlerine benzer şekilde, Selçuklular zamanında doğudan batıya ve nihayet Anadolu’ya göç etmeye başlamışlardır. Bu dediklerimizi, Yazıcıoğlu’nun Selçuknâmesi, İdris-i Bitlisî’nin Heşt Behişt’i ve Şükrullah’ın Behcet’üt-Tevârîh’i gibi ilk dönem kaynakları da ifade etmektedir.

Dolayısıyla Osmanlılar Türk’türler; ancak büyük devlet olmalarını, sadece kendi kavimlerinden verâsetle aldıkları kuvvet ve kudrete değil, aynı zamanda İslâm’dan aldıkları ve Osmanlı adı altında aynı pota altında eritmeye muvaffak oldukları din ve dünya görüşüne borçludurlar. Bu sebeple, Fuad Köprülü’nün Gibbons’a ait görüşün tenkidine yüzde yüz katılırken, aynı yazarın Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda söz ettiği İslâm Milleti veya tarihî ifadesiyle Osmanlı Milleti izahını yabana atmak da mümkün değildir. Sözün özünü Ahmed Cevdet Paşa söylemiştir:

“Devlet-i Aliyye, başlangıçta, her ne kadar bir küçük hükümet şeklinde idi; lakin Türklüğe mahsus olan üstün sıfatlar ile İslâmî şecâ’at ve dindarlığı kendisinde toplamış bir kabile olduğundan, kendisinde İslâm milletinin birliğine vesile olmak gibi bir kabiliyet vardı. Bu Devlet-i Aliyye, diğer devletler gibi, imtiyazlı bir toplum içinden ortaya çıkıp da hazır millet ve memleket bulmuş bir devlet değildi; belki yeni topraklar feth ederek, kendine yer edinmiş ve teşkil ettiği Osmanlı Milleti dahi, dilleri farklı, tavır ve ahlakları ayrı ayrı çeşitli milletlerin en güzel edeb ve tavırlarından seçilmiş üstün ve güzel bir topluluktur. Bunların dedeleri de, çok eski zamanlardan beri Türkistan’da dahi han ve sultan olarak el-hakk asîl ve soylu bir Türk hânedânıdır”.

İkinci konuya yani Ertuğrul Gâzî’nin babası meselesine gelince, Osman Bey’in babasının Ertuğrul Gâzî olduğu, ortaya çıkan Osman Bey’e ait bir sikkeyle ve kaynakların ittifakı ile kesinlik kazanmıştır. Ancak Ertuğrul Gâzî’nin babası konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Meşhur olan birinci rivâyet, ilk dönem tarih kaynaklarının çoğunun ve hatta elimizdeki şecerelerin ifadesine göre Süleyman Şah’dır. Ahmed Cevdet Paşa ve benzeri bir çok son dönem tarihçileri de bunu ifade etmişlerdir. Ancak doğru olan, Ertuğrul’un babasının Gündüz Alp olduğu şeklindeki ikinci görüştür. Zira Enverî’nin Düstûr-nâme’si ve Tevki’î Mehmed Paşa’nın Tarihi gibi önemli Osmanlı kaynakları bunu ifade ettiği gibi, ilim adamları tarafından son zamanlarda bulunan “Osman bin Ertuğrul bin Gündüz Alp“ şeklindeki bir sikke de açıkça bu görüşü teyit etmektedir. Bilindiği gibi Süleyman Şah, Anadolu Fâtihi ve Türkiye Selçuklu Devletinin kurucusu ve ilk sultânı olması hasebiyle, onun isminden kalan bir hatıra olarak zikredilmesi kuvvetle muhtemeldir. Ertuğrul Gâzî’nin annesinin ise, şu anda Domaniç’de medfûn bulunan Hayme Ana olduğu ifade edilmektedir. II. Abdülhamid’in emriyle türbe yapılmıştır.

Klasik nakillere göre, daha evvel İran’da Mahan denilen yerde Süleyman Şah id****inde yaşayan Kayılar, Moğol istilasının etkisiyle Anadolu’ya ve Ahlat’a gelmişler; oradan da Mardin’e 250 km kadar güney-batıda yer alan Caber Kalesi yakınında Fırat nehrini geçmeye çalışırken, Süleyman Şah’ın boğulması üzerine kollara ayrılarak Anadolu’ya yayılmışlardır. Caber Kalesi yanındaki bu menkıbevî mezar, hâlâ Türk Mezarı diye bilinmektedir ve toprağı Türkiye Cumhuriyetine aittir. Gündüz Alp’in kabrinin Ankara yakınlarında olduğu ve gerçekten Süleyman Şah’ın oğlu Selçuklu Sultânı I. Kılıçarslan’ın da tarihî Türk Mezarına yakın bir yerde Dicle’nin Habur koluna düşerek vefat ettiği nakilleri nazara alındığında, bu önemli hatıraların tesiriyle Süleyman Şah adının Selçukoğullarından Osmanoğullarına geçişin bir sembolü olduğu düşünülebilir[2].


[2] İbn-i Kemal, Tevârih-i Âl-i Osman, I. Defter, sh. 201-204; Lütfi Paşa, Tevârîh-i Âl-i Osman, sh. 17-27; Âlî, Künhü’l-Ahbâr, Ahmed Uğur neşri, sh. 29-41, Köprülü, Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1994, sh. 3-5, 68-73; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. I, sh. 93-103; Gibbons, H. A., The Foundation of the Ottoman Empire, chapter I; Tevkı’î Mehmed Paşa Tarihi, TOEM, nr. 79, sh. 87 vd.; Kantemir, c. I, sh. 57-58; Köprülü, M. Fuad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Etnik Menşei Mes’elesi”, Belleten, c. VII, sayı 28(1943), sh. 219-313; Köprülü, M. Fuad, “Kayı Kabilesi Hakkında Yeni Notlar”, Belleten, c. VIII, sayı 31(1944), sh. 421-452.

II. Murad’ın Türkçe’ye ve Türk kültürüne Hizmetleri

II. Murad’ın Türkçe’ye ve Türk kültürüne de büyük hizmetleri olduğu söylenmektedir. Bu doğru mudur?
Bütün Osmanlı Padişahları gibi, özellikle II. Murad da, Türkçenin gelişmesi için gayret sarfetmiş bir devlet adamıdır. Mercümek Ahmed’in Kabusnâme tercümesi, II. Murad’ın “Bir kişi Türkçeye tercüme etmiş, ancak açık değil. Bir kişi olsa da bu kitabı açık tercüme etse” sözü üzerine yapılmıştır ve dili bugünkü Türkçeden daha arıdır. Bu arada Yazıcızâde Ali Efendi’nin Tevârih-i Âl-i Selçuk adlı tarihi, Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin Muhammediyye’si ve Ahmed-i Bîcan’ın Envâr’ül-Âşıkîn adlı eserleri II. Murad’ın teşvikleriyle ortaya çıkmış eserlerdendir. Kur’ân’ın ilk Türkçe tercümeleri de bu dönemde ciddi olarak başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin 700. Yılında bazı devlet adamlarımızın “Osmanlı Devleti zamanında Kur’ân Türkçeye tercüme edilmediği gibi, Kur’ân’ın dağıtılması da yasaktı” şeklinde bir cümle sarfetmesi, bu eserin kaleme alınmasının lüzumunu da teyid etmektedir[1].


[1] Aksun, Osmanlı Tarihi, c. I, sh. 125-26; Yılmaz, Belgelerle Osmanlı Tarihi, c. I, 262-263; Başbakan’ın Din Şûrâsı Münasebetiyle Yaptığı Konuşma, Diyânet Dergisi, Ocak 1999. Mesela bkz. Mustafa Darir bin Yusuf, Yüz Hadis Tercümesi, Millet Kütüphânesi, Ali Emirî, Şer’iye Bölümü, nr. 1287/I; Emir Keykavus, Kâbûs-nâme (Terc. Mercimek Ahmed, II. Murad’ın emriyle), neşr. Orhan Şaik Gökyay, Ankara 1974.

::...Osmanlı Başkentleri...::

OSMANLI İMPARATORLUĞU , Başkentleri

Bursa, Osmanlı'nın 1. Başkenti...

Osmanlılar'ın Hüdavendigar Vilayeti

1071 yılından sonra Anadolu'yu fethetmeye başlayan Selçuklular; bölgeye Asya'dan getirdikleri Türk boylarını yerleştirme çabalarına girdiler. Selçuklu İmparatorluğu'nun zayıflayıp dağılmaya başlaması üzerine kurulan Anadolu beyliklerinden Osmanlı Beyliği, kısa zamanda gelişip çevresindeki Tekfurlar'ın arazilerini de alarak güçlenip büyüdü.

Osmanlı Beyliği'nin kurucusu, 1258 yılında Söğüt kasabasında doğan Osman Bey'di. 1299'da Bilecik, Yenikent, İnegöl ve İznik de Beyliğin topraklarına katıldı. Altıyüz yılı aşkın hüküm sürecek olan Osmanlı İmparatorluğu'nun temelleri atılmıştı. Osman Gazi'nin başarılarıyla Osmanlı Beyliği'nin güçlenmesi karşısında kuşkulanmaya başlayan Bursa tekfuru Atranos, Bizans'tan dilediği yardımlara, Kestel ve Kite tekfurlarının güçlerini katarak 1301'de Koyunhisar'da Osmanlı ordusu ile çarpışmaya başladı. Savaşın galibi Osman Bey'in orduları oldu.

Artık Türkler'in hazırlıkları yavaş yavaş başlamıştı. Tekfurlar'ın bu olaydan sonra da birlik halinde çalıştıklarını gören Osman Bey, 1317 yılında kenti kuşatmaya doğru ilk adımı attı. Öncelikle deniz ilişkisinin kesilmesi gerektiğinden, Kaplıca tarafında bir kale yaptırıp, kardeşinin oğlu Ak Timur'u kumandan tayin etti. Osmarı Bey'in kölesi Balabancık da dağ tarafına yapılan kaleden sorumluydu. Bu bölgelerden halkın kente giriş ve çıkışları engellenmişti. Atranos Beyce kalesini yıkan Türkler, Pınarbaşı'na karargahlarını kurdular. Osman Gazi kuşatma için gerekenleri yaptıktan sonra kumandayı, oğlu Orhan Bey'e devrederek Yenikent'e döndü.

Kuşatma sekiz yıl sürdü. Hastalıklarla boğuşmaya başlayan Osman Gazi'nin sefere gidip savaşacak dermanı kalmamıştı. Oğlu Orhan Gazi'ye kenti ele geçirme emrini verdi. Orhan Gazi önce Evrenos Kalesi'ni aldı. Kale tekfuru dağlara kaçtı. Artık hedef Bursa'ydı. Orhan Gazi, Bursa tekfuruna Mihal Bey'i gönderip, teslim olmasını istedi. Tekfur, Orhan Gazi'den bağışlanmasını isteyerek, kıymetli elbiseleri ile kırk bin altın gönderdi. Orhan Gazi babasının onayını aldıktan sonra, Tekfur'un ailesinin ve adamlarının kaleden ayrılıp Gemlik sahiline ulaşabilmeleri için gerekli izni verdi. Tekfur ve beraberindekiler buradan bir gemiyle İstanbul'a doğru yola çıktılar. 1326 yılında Bursa artık Türkler'indi.

Kentin alındığı haberi, hastalığı çok şiddetlenen Osman Gazi'ye ölüm yatağında ulaştırılabildi. Saltanatı Orhan Gazi'ye bırakan Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk Sultanı yüzünde bir tebessümle yaşama veda etti. Bursa'nın alınması Osmanlı Beyliği için bir dönüm noktası olmuştu. Dedesi Ertuğrul Gazi'nin yaşamını yitirdiği 1281 yılında doğan Orhan bin Osman, artık Osmanlı sultanlarının ikincisiydi. Sultan'ın ağabeyi birgün huzura çıkıp, saltanat için üç şey yapması gerektiğini söyledi. İlki, adına sikke bastırmaktı. İkincisi diğer insanlardan farklı kıyafetler giymek, üçüncüsü ise yaya askerine hazineden uIufe tayin etmekti. Önceleri sikke, Selçuklu sultanları adına bastırılırdı. 1328'de Orhan Gazi, adına sikke bastıran ilk Osmanlı Sultanı oldu. Kılık kıyafette de yenilikler yapıldı. Kırmızı ve siyah renklerde giysileri olan askerler, artık beyaz renkte üniformalar giymeye başladılar.

Bithynia, Roma ve Bizans'ı yaşayan Bursa, 1335 yılında Osmanlı'ya ilk başkent oldu. Saltanatı yaklaşık 35 yıl süren Orhan Gazi, 1360 yılında yaşama veda ederken, yerini oğlu Murad'a bıraktı. 1326 yılında doğan Sultan Murad han bin Orhan bin Osman Gazi, Osmanlı sultanlarının üçüncüsüydü. Hüdavendigar adıyla ünlenmişti.

1362'de Edirne kenti ele geçirildi. Murad-ı Hüdavendigar bir gece düşünde, ak sakallı, nur yüzlü bir kimseyle yarenlik ederken, o kişi ona Edirne'de bir saray yaptırmasını söylediğinden, Edirne'de büyük bir saray inşa ettirildi. Daha sonra başkentliği Edirne üstlendi. Sonraki yıllarda da Bursa önemini hiç yitirmedi.

1399'da Yıldırım Bayezid, su tedavisine çok önem verilen Bursa Darüşşifası'nı kurdu. 1402'de kente giren Timur orduları medrese, cami gibi binalara büyük zararlar verdiler ve kentte yangınlar çıkardılar. 1429'da veba salgını kenti kasıp kavurdu. 1482'de Cem Sultan Bursa'da 18 günlük sultanlığına başladığında kendi adına para da bastırmıştı. Yetişen II. Bayezid ordularıyla çarpışmaya mecbur kalan Cem, kenti yenilmiş olarak terketti.

YAPILAR

Bursa üslubu

Osmanlı yapı sanatında, önce zaptedilen Bizans ülkelerinin mimarisine doğru bir eğilim gözlendi. Bu ülkeler, yeni sahiplerine aynı zamanda eski mimari tekniğinde ustalaşmış olan birçok duvarcı, oymacı ve zanaatçılar da vermişti. Bu yeni yapılar, Anadolu beyliklerinin anıtlarından farklıydılar. Ve Bursa üslubu böyle doğdu. Bursa mimarisi İstanbul'un fethinden sonra da yaşadı. Edirne ve İstanbul'daki ilk anıtların yapımında genellikle bu üslup kullanıldı. T biçimi plana uygun yapı tipi de 14. yy'da gelişti ve Bursa'daki "selatin camileri"nin hemen tamamı bu plana uygun olarak inşa edildi. Üst kısmından yüksek horizontal bir hatla bağlanan "Bursa kemeri" ise, iki çeyrek daireden oluşur, fazla bir taşıma gücüne sahip olmadığından daha çok dekoratif işlerde kullanılırdı.

Ulucami

Bursa Ulucami, ilk devir İslam mimarisinin payeler ve sütunlar üzerine düz çatı ile örtülü avlulu camiler gurubuna girer. 1399'da Yıldırım Bayezid tarafından mimar Ali Neccar'a yaptırılan Ulucami, 20 kubbe, iki büyük minareden oluşan beyaz renkli heybetli bir camidir. Her biri dört köşeli 12 ayak üstünde duran hemen hemen birbirine eşit kubbelerinden ortadakinin üstü camlıdır. Cami'de ünlü hattatlar tarafından yazılmış yüzdoksaniki adet sabit veya levha olarak yazı vardır.

Yeşil Camii

Bursa üslubu, Yeşil Cami ile başlamaktadır. Yeşil Camisi, Çelebi Sultan Mehmed tarafından 1419'da mimar Vezir Hacı İvaz Paşa'ya yaptırıldı. Çini ustası Mecnun Mehmed'dir. Ön yüzü, pencereleri, kapısı, kitabeleri, kapı tavanı mermer işçiliğinin en güzel örneklerindendir. Bursa ve İznik'teki ilk camilerde, Doğu sanatlarına özgü her türlü abartılı süslemelerden uzak, uyumlu ve sade bir tarz kullanıldı. Osmanlı süsleme sanatının düzenlemedeki güzelliği de giderek yeni ustalarını kazandırdı. Osmanlılar devrinde ilk nakkaş, 1423'de Yeşil Cami'nin bütün süslemelerini yaparak Ali İbn İlyas Ali adıyla tanındı.

Muradiye Camii

İkinci Murad'ın 1426-1428 yılları arasında yaptırdığı Muradiye Camisi, ters T planı ve bütün özellikleri ile Bursa mimari üslubunu taşır. 1855 yılında Bursa'ya büyük zarar veren depremde, Muradiye Camisi'nin de kubbeleri ve iki min****i yıkıldı. 1902 yılında yeniden yapılırken, mihrab ve minberde günün modasına uygun olarak rokoko süslemeler kullanıldı.

Emir Sultan Camii

Emir Sultan Camisi'nin avlu revaklarında görülen ahşap kaş kemerler, Bursa kemerinin en güzel örneklerindendir. İznik ve Bursa'da yapılan dört köşe pencerelerin etrafı çok defa mukarnaslarla işlenerek, üstüne Rumi motiflerle süslü alınlıklar yerleştirildi.

Sivil mimari

Orhan Bey'in Bursa'yı fethinden sonra gelişen mimari tarzıyla yapılan değerli evlerde, süsleme hemen göze çarpardı. Çoğunun şömineleri vardı. Bu evlerin pencereleri yukarıda olup, alçı arasına renkli camlar yerleştirilir ve ahşap bir çerçeve ile çevrilirlerdi. Bursa evlerinin belli başlı süslemesi, duvarlarda, tavanlarda ve dolap kapaklarında bulunurdu. Ondokuz ve yirminci yüzyılın ilk dönemlerinin ürünü sivil mimarlık örnekleri kentin çok zengin bir kültür mirasına sahip olmasını sağladı.

YAŞAMIN RENKLERÎ

Portreler Bursa göçleri en fazla yaşayan kentlerden biri oldu. Nüfusunu tarihin gelişimi içinde buraya göçen, farklı yerlerden gelen çeşitli halklar ya da topluluklar renklendirdi. Orta Asya'dan Anadolu yarımadasına gelen Türkler de bir göç yoğunluğu yarattılar kentte. Göçler, 1530-1575 arasında kentin nüfusunu iki katına çıkardı.

Ortaçağ'dan kalma köylerde Rumlar yüzyıllardan beri yaşamaktaydı. Mora'nın fethiyle Fatih döneminde de kente Rum göçmenler yerleştirildi.

İlk kez Orhan Bey zamanında Kütahya'daki Ermeniler buraya geldi. Fatih Sultan Mehmed tarafından 1461'de İstanbul'da kurulan Ermeni Patrikhanesi'ne Bursa Metropoliti Ovakim Patrik seçildi. Yahudi ve Rumlar'a tanınan yetkiler onlara da verildi. Süryani, Habeş ve Kıpti kiliseleri de bu Patrikliğe bağlandı. 19. yy. başından başlayarak Doğu'da yaşayan Ermeniler Bursa'ya yoğun olarak göç ettiler. Bursa'daki Ermeniler'in çoğunluğu Setbaşı bölgesinde yaşamaktaydı. Vali Hacı İzzet Paşa'nın çıkardığı, yarı resmi sayılacak Bursa'nın ilk gazetesi Hüdavendigar'ın 82. sayısından başlayarak bir bölümü Ermenice olarak yayımlanmaya başladı. Bursa'da M.Ö. 79 yılında Yahudiler'in bir kolonisi olduğu söylenmekle birlikte,kentte asıl güçlerini, Sultan Orhan'ın, Bursa'yı başkent yaptıktan sonra verdiği bir mahalle ve sinagog inşa etme izni ile birlikte kazandılar. Yahudiler'in büyük bir bölümü, ticaret, terzilik ve bankerlikle uğraşırken, bir bölümü de kuyumculuk yapmaktaydılar. 1877-1878 yıllarında yaşanan Osmanlı-Rus Savaşı'nda işgale uğrayan Rumeli ve Kafkasya'daki Müslümanlar'ın büyük bir çoğunluğu da Bursa'ya göç ettiler. Yalnızca Rusçuk'tan otuz bin göçmen geldi. Bu göçmenlerin çoğu Gürcüler ve Tatarlar'dı. Kafkasya'dan gelenler Yıldırım, Kazan'dan gelenler Mollaarap, Kırım'dan gelenler ise Alacahırka'ya yerleştirildiler. Bursa'da çok eski tarihlerden beri Kıptiler de yaşamaktaydı. Hıdırellez günü, Uludağ eteklerindeki Kireç Ocakları bölgesine çıkıp eğlenceler düzenlerler ve başkanları Çeribaşı'nı seçerlerdi. Kanberler ve Demirkapı mahallelerinde yaşarlardı.

Yirminci yüzyılın başında, Bursa'da; Almanya, İngiltere, Avusturya-Macaristan, İspanya, İtalya, Fransa, Belçika, Yunanistan ve İran'ın konsoloslukları bulunmaktaydı. Yine aynı tarihlerde yapılan sayımda nüfusun % 9.84'ünü Rumlar, % 6.66'sını Ermeniler, %18'ini diğerleri, geri kalan bölümünü Müslüman Türkler oluşturmaktaydı.1903 yılında, Vilayet Genel Meclisi'nde, Müftü Ali Rıza Efendi ile birlikte, Rum Metropoliti, Ermeni Başpiskoposu Natalyan Efendi, Ermeni Katolik Murahhası Arşoni Efendi, Piskopos Artin Efendi, Hahambaşı Moşe Hayim Efendi de vardı. Bursa merkezde çalışan diplomalı hekimlerin 5'i Türk olup, toplam 19 kişiydiler. Toplamı 17 kişi olan eczacıların ise 4'ü Türk'tü.

Bursa'nın renklerinden biri de her yıl yapılan sümbül bayramı kutlamalarıydı. Kentin çevresini göz alabildiğine saran sümbül bahçelerine halk hoşça bir zaman geçirmek için giderdi. Bu bahçeler, haftanın üç günü kadınlara, dört günü de erkeklere açık tutulurdu. Kentin bütününün sümbüle büründüğü 1869 yılının bir bahar günü, Bursalı kadınlar bahçelerden birinde şarkılar söyleyerek eğlenirlerken, aralarına iki erkek girer. Konu Bursa Adliyesi'ne yansır. Sorguya çekilenler yabancı olduklarını, bu nedenle o gün çiçek bahçelerini gezmenin erkeklere yasak olduğunu bilmediklerini söyleyerek kendilerini savunurlar. Gerekçeleri nedeniyle affedilirler ama olay Bursa Mahkeme-i Şeriyesi'nin kayıtlarına geçer.

Bursa'nın çok eski yıllardan süzülüp gelen zengin yemek kültürünün içinde kuşkusuz en ünlüsü kebaptır. 1836'da Bursa'yı gezmeye giden Helmut von Moltke, Türkiye Mektupları'nda kebabın lezzetinden ve ucuzluğundan söz eder: "... Öğlen yemeğimizi tam Türk tarzında, kebapçıda yedik; ellerimizi yıkadıktan sonra masa başına değil, masanın üzerine oturduk. Bu sırada bacaklarımı nereye koyacağımı bilemiyordum. Derken tahta bir tepsi üstünde kebap, yani şişte pişirilmiş ve ekmek hamuruna sarılmış küçük koyun eti parçaları geldi. Çok lezzetli bir yemek bu. Bunun üstüne de bir tabak mükemmel tuzlu zeytin, bir helva, yani Türkler'in çok sevdiği tatlı ve bir çanak şerbet (içine bir parça buz atılmış, suda haşlama üzüm). İştahı açık iki yiyici için topu topu 120 para yani 5 şilin tutarı bir yemek bu. "

Sürgünler kenti

Ondokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Bursa, eski başkentlik günlerini çok gerilerde bırakmış, güzel yapılarla oluşan sokak dokularının ve yeşilin her tonunun sahibi olan Bursa artık bir sürgünler kentine dönüşmüştü.

Mevlanazade Rıfat, uzun seneler yurt dışında yönetime karşı çalışmalarını sürdürdükten sonra, kaçarı olmadığını anlayarak, İstanbul'a gelip, polis müdüriyetine teslim olmuştu. Sıkıyönetim mahkemesinin hakkında daha önceden vermiş olduğu karar hükmü gereğince Bursa'da oturmaya mahkum edildi. Bu sürgün cezası ancak, Sultan II. Abdülhamid'in 27 Nisan 1909'da tahttan indirilmesi ve yerine 35. Osmanlı Sultanı olarak V. Mehmed Reşad'ın geçirilmesiyle sona erecekti. Yeni Sultanın tahta çıkmasından sonra, herkesle beraber Mevlanazade Rıfat da affa kavuşarak Bursa'dan İstanbul'a döndü.

1906-1909 yılları arasında Bursa'da valilik yapan Mehmet Tevfik Bey'in anılarında da başka sürgünlerin izlerine rastlamak mümkündür. Mehmet Tevfik Bey, Sultan Murad'ın kızlarından Fehime Sultan'la olan ahbaplıklarından söz ederken, dostluklarının önemli bir nedeni olarak, vaktiyle Bursa'ya sürülmüş olan ve Sultan'ın eski günlerinden tanıdığı üç kızkardeşe yaptığı iyilikleri göstermektedir. Biri Sultan Abdülhamid'in, diğeri Reşad Efendi'nin saraylılarından olan, üçüncüsü ise bu iki kardeşin ablaları olup, saray dışında yaşayan üç kızkardeş kendilerine Bursa'da bir ev alınıncaya kadar vali Mehmet Tevfik Bey'in evinde ağırlanırlar.

Gazi Osman Paşa'nın ikinci oğlu Kemaleddin Bey'in sürgüne gönderilme hikayesi ise ibret vericidir. Kemaleddin Bey, Sultan II. Abdülhamid'in kızlarından Naime Sultan'la evlidir. Bir ara hastalanan Naime Sultan'a, eve gelen Dr. Hakkı Şinasi Paşa tedavi amacıyla "kakodilat" enjekte eder. Bu arada damat Kemaleddin Bey ile ilgili, karısı Sultanla birlikte oturdukları sarayın yanıbaşındaki diğer sarayda yaşayan Sultan Murad'ın en büyük kızı Hatice Sultanı sevmekte olduğu ve onunla evlenebilmek için doktora talimat vererek hasta karısı Sultana zehir şırınga ettirdiğine dair bir dedikodu yayılır ve hatta saraya jurnal verilir. Tıpta bunun bir ilaç olarak da kullanıldığı söylense bile Abdülhamid'i ikna etmek mümkün olmaz. Kemaleddin Bey karısından boşatılarak Bursa'ya sürülür, Dr. Hakkı Şinasi Paşa da başka yerlere. Kemaleddin Bey, Bursa'da kendisi için kiralanmış bir evde yaşamaya başlar, dışarı çıkması yasaktır. Hünkar yaverlerinden Mustafa Paşa adında bir Mirlivanın denetimi altında Padişah tüfekçilerinden değişik rütbeli birkaç subay Kemaleddin Bey'in kontrol altında tutulması görevini üstlenirler. Hepsi birlikte aynı evde yaşarlar. Bu ünlü mahpusla dışarıdan hiç kimse gidip görüşemez, irade olmadıkça vali bile gidip hatırını soramaz.

Yine Sultan Murad'ın vefatından sonra gözdelerinden biri ile sayıları bir hayli fazla olan kalfaları, kendilerine onar lira maaş bağlanarak Bursa'da sürgüne gönderilmişler, her birine birer ev alınacağı söylenmiş, talib olanlarla evlendirilmeleri de irade edilmişti. Çok sayıdaki bu kadınların herbirine Bursa'da evler alınıp, teker teker yerleştirilmeleri zaman alacağından, geldiklerinde hepsinin bir arada oturmaları için iki konak tutulmuştu.

Vilayet mektupçusu ile Maarif Müdürü de Bursa'ya sürülmüş memurlardandı. Necmeddin Molla'nın ağabeyi Ali Ata, bir gün Boğaziçi vapurlarından birinde yolculuk ederken, yanında oturan tanımadığı adamın sigarasından kendi sigarasını yakmıştı. Kim olduğunu bilmediği bu adamın veliahd Reşad Efendi'nin adamlarından biri çıkması ve durumun jurnallenmesi ile o da Bursa'ya sürülenler kervanına katılmıştı.

Bütün bunlardan başka, o sıralarda Bursa'ya sürülmüş ünlü Fehim Paşa ile birlikte merkezde ve çevrede daha başka sürgünler de vardı.

TİCARET ERBABI

Çarşılar

Bursa'nın fethinden sonra Orhan Gazi'nin yaptırdığı külliyenin içinde, kentin ilk bedesteni olan ve dokuma ürünleri satılan Emir Hanı vardı. Daha sonra bedesten Yıldırım Bayezid tarafından yapılan yeni yerine taşınınca, değişik esnafı barındıran diğer çarşılar bu bedestenin etrafında yer aldılar. Hacı İvaz Paşa Çarşısı'nda; keçeciler, Sipahi Çarşısı'nda; yorgancılar, Gelincik Çarşısı'nda; hallaçlar ve terziler, Atpazarı'nda; hayvan alım satım işleri ile uğraşanlar, Kapan Çarşısı'nda; meyva alım satımı yapanlar, Tahıl Pazarı'nda; kuruyemişçiler ve Tahıl Hanı yakınında da ünlü Bursa baçakçıları bulunurdu.

Uzunçarşı, Bitpazarı, Tahtakale, Tavukpazarı, Bakırcılar çarşıları ve Pirinç Hanı, Tuz Hanı, İpek Hanı, Koza Hanı Bursa'da ticaretin can damarlarıydılar.

Esnaf

Bursa'da her iş kolunda hizmet veren esnaf, kendilerini denetleyen, sıkı kontrol altında tutan örgütlere bağlıydılar. Bu örgütler işinin ehli olmayanların dükkan açmasına izin vermezler, işinin ehli olan ustaların yarattıkları ürünlerin de başkaları tarafından kopya edilmesini engellerlerdi.

Esnafların işyeri açabilmeleri de uzun yıllara ve çıraklık, kalfalık ve ustalık aşamalarını geçmelerine bağlıydı. Büyük bir disiplinle yetiştirilen bu insanlar her yükselişlerinde onurlandırılırlardı. Çıraklar kalfalık hakkı kazandıklarında ustaları tarafından her sanatın kendi Kethüdasına, Yiğitbaşına ve diğer esnafa durum bildirilirdi. Davetliler kentin değişik mesire yerlerinde yemekli, şenlikli, güreşli eğlenceler düzenlerler, dualarla Yiğitbaşı çırağa peştemal bağlayarak kalfalık verirdi.

Bu kalfaların daha sonraki yıllarda ustalığa yükselmeleri yalnızca uzun yıllara ve büyük başarılara bağlı değildi. Her meslek gurubunun ustaları belli sayılarda olduğundan, yeni gelecek kalfaya yer bulunması gerekir, ancak bir usta öldüğünde veya işi kapattığında bu şans yakalanabilirdi. Açılan yere en kıdemli kalfa yine törenlerle usta olarak seçilirdi.

1833 yılında Konstanz Bey'in ve 1843 yılında Boduryan Efendi'nin ipek fabrikalarıile birlikte kentte yavaş yavaş endüstrileşmeye doğru bir geçiş yaşanmaya başlandı.

OKULLAR

Misyoner okulu

1834 yılının Ekim ayında, Amerikalı misyonerler önce İstanbul Pera'da bir erkek lisesi açmışlardı. Burası merkez olarak ele alınıp, 1839 yılına kadar, İzmir, Bursa ve Trabzon'da da okullar açıldı. Ders programları Batı'daki okulların programlarına uygun olan bu okullar kısa sürede kendini kabul ettirdi. Bursa'daki Amerikan Kız Okulu'nda 70 öğrenci okuyordu. Okulun 1893 yılı ders programında birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarda okutulan dersler; Rumca veya Ermenice, aritmetik (Rumca veya Ermenice) ( Rumlar ve ermeniler cok ta bilirler ya ! ), coğrafya (Rumca veya Ermenice), İngilizce, geometri, botanik (İngilizce), fizik, astronomi (İngilizce) ve tarih (İngilizce)'di ( çok iyi tarih bilgileri ve tarihleri var ya ! ).

Işıklar Askeri Lisesi

Okul 1845'de, Sultan Abdülmecid'in buyruğu ile bugünkü Heykel Meydanı'nın bulunduğu yerde kurulmuştu. Daha sonra Işıklar semtinde, alt katı kâgir, üst katı ahşap olarak inşa edilen bina, 10 Haziran 1892'de, Vali Münir Paşa tarafından açıldı. 1894'de bu yapılara ikinci bina da eklenerek 500 öğrenci alacak duruma getirildi. 1911'de hastane kısmı da eklendi. İşgalde Yunan askerleri tarafından ahır olarak kullanılan bina, 11 Aralık 1922'de Askeri İdadi adı ile yeniden açıldı. Adını bulunduğu bölge olan Bursa'nın en eski mahallelerinden birinden alarak, Işıklar Askeri Lisesi diye bilindi. Bir tepe üzerinde kurulu semtin adının ise, önceleri Aşıklar Tepesi olduğu, giderek Işıklar'a dönüştüğü söylenmektedir.

Hamidiye Senayi Mektebi

10 nisan 1869 günü Filibos mahallesinde Türkmenoğlu Konağı'nda Senayi Mektebi açıldı. Islahhane adı ile çağrılan bu okulda önceleri yalnızca dokumacılık öğretildi. İlk üretim olarak jandarmalar için elbiselik kumaş dokundu. Daha sonra kunduracılığın öğretilmesi için İstanbul'dan öğretim görevlileri ile birlikte yeni aletler getirildi. Giderek çalışmaları ile dikkat çekmeye başlayan Hamidiye Senayi Mektebi'nin ders programlarına 1900'lü yıllardan sonra Fransızca ve musiki dersleri de eklendi ve okulda bir bando kuruldu. 1906 yılında ise Hükümet Caddesi'nde okulun bir satış mağazası açıldı. Okulu geliştirmek için neredeyse tüm Bursa halkı seferber oldu. Piyango tertip edildi ve Atıcılar mevkisinde düzenlenecek hayvan pazarından alınacak pazar resmi okula bırakıldı. 1906 yılında Bursalı Necip ve İstanbullu Mirat Efendiler, Avrupa'da imal ettirdikleri sigara kağıtlarını Hamidiye Senayi Mektebi Sigara Kağıdı adı altında satmak için ruhsat aldılar. Bu satışın tüm geliri de mektebe bırakılacaktı. Mektep ilk açıldığı konakta iki yıl kaldıktan sonra Tophane semtine taşındı.

Mülkiye İdadisi

1885'de Mülkiye İdadisi adıyla bir erkek lisesi kuruldu. 1888 Temmuzu'nda dördüncü sınıftan beş efendi mezun verdi. Bu dört sınıflık okul 1890-1891 ders yılı sonuna kadar devam etti. 1891-1892 ders yılında yedi sınıflı oldu. 1901-1904 seneleri arasında kimyahane, yatakhane, yemekhane, teneffüshane bölümleri yapıldı ve 1906 yılında da hamam kısmı tamamlandı. 1909'dan sonra adı Mektebi Sultani oldu.

Ziraat Mektebi

Vali Mahmut Celaleddin Paşa tarafından, tarım konusunda bilgili elemanlar yetiştirmek üzere, 1891 yılının Mart ayında Hamitler Köyü Topal Mehmet Ağa'nın arazisinde Hüdavendigar Numune Çiftliği Ziraat Mektebi 20 öğrenci ile öğretime başladı. Bu tarihten sonra okuldan uzun yıllar yaklaşık her yıl tatbiki eğitim alan 15 öğrenci mezun oldu.

1904 yılında, Mülkiye İdadisi'nde 325, Hamidiye Senayi Mektebifıde 150, Ziraat Mektebı' nde 78 öğrenci okumaktaydı. 1905'de Hamidiye Medresesi Muallimini adı ile bir okul açıldı. Daha sonra okul Darülmuallimin adını aldı.

KAPLICALAR

Roma'dan Bizans'a

Bursa'da ilk hamamın Romalılar döneminde yapıldığı, Romalılar'ın ilk Bursa valisi Plinius tarafından yazılan bir mektuptan anlaşılmaktadır. Doğu Roma imparatorlarından I. Jüstinyen zamanında da Bursa imar edilirken Pythia'daki (Çekirge) sıcak su kaynakları halkın kullanımına açıldı. Bu bölgedeki hamamlar Bizanslılar döneminde daha da önem kazandılar.

Osmanlı geleneğinde kaplıcalar

Evliya Çelebi Bursa'nın sudan ibaret olduğunu söyler. Osmanlılar döneminde Bursa'nın ilk kaplıca inşaatı, Jüstinyen'in iki kubbeli hamamına, Muradı Hüdavendigar'ın 1511'de iki kubbe daha ilave ettirmesiyle başladı. Saray erkanından, İstanbul'daki tanınmış kişilerden ve büyükelçilerden, seyahate çıkmış yabancı prenslere, yabancı alim ve yazarlardan, devlet adamlarına kadar pek çok kişi bu şifalı sulardan nasiplerini almak üzere Bursa'ya gelirlerdi. Bursa valisi Mehmet Tevfik Bey kaplıcalara gelen, Alman İmparaton.ı II. Wilhelm'in eşi Augusta'nın erkek kardeşi Duc de Holstein ve eşini 6 Mayıs 1906'da, Bonapart ailesinden Prens Victor Napoleon'u 7 Haziran 1908'de, Carl Eduard Saxe Cobour dük ve düşesini de 4 Temmuz 1908'de ağırladı.

Soyunma yeri olarak bir giriş salonu veya camekân, bir soğukluk, bir de asıl yıkanılan yer halvet kısmından oluşan Bursa kaplıcası, Arif in divanında:

Girenler içinde kalur
Suyun dökünse can bulur
Nicelere derman olur
Kaplucası Bursa'nın diye tanımlanır.

Helmut von Moltke'nin Türkiye'den babasına yazdığı bir mektupda ise aynen şöyledir: "Türk hamamlarının keyfini sana evvelce yazmıştım. Bursa'dakiler suni değil, tabiattan öyle sıcaktır ki insanın büyük, dupduru havuza girince haşlanmadan dışarı çıkabileceğine önceden inanmayacağı gelir. Girdiğimiz hamamın terasının harikulade güzel bir seyri vardı ve öyle rahattı ki insan bir türlü ayrılmak istemiyordu."

YOLLAR

Marmara'ya kucak açan kıyılar

19. yy'da Hüdavendigar vilayetinin merkezi Bursa'ydı. Merkeze; Balıkesir, Karahisar-ı Sahip, Kütahya kazaları ve Gemlik, Pazarköy, Mudanya, Yalova, Karamürsel, Tirilye, Bilecik, Lefke, Gölpazarı, Söğüd, Mihaliç, Kirmasti, İnegöl, Yarhisar, Yenikent, İznik, Pazarcık sancakları bağlıydı.

Bu kadar geniş topraklara sahip vilayetin Marmara Denizine ulaştığı önemli üç iskelesi vardı. Gemlik, Samanlı dağlarının denize doğru uzanarak Bozburun'u oluşturduğu yerden başlayan körfezin sonunda olup, evveldenberi tersaneleriyle ünlüydü. Gemlik'in poyraza kapalı bulunan limanı gemiler için sığınma yeriydi. Daha Kuzey'de bir iskele olan Yalova, karayolu ulaşımının zorluğu açısından pek kullanışlı değildi. En çok kullanılan iskele ise, Bursa Ovası'nın Marmara Denizi'ne açıldığı bir kapı olan, dutluk, zeytinlik ve bağlarla kaplı bölge Mudanya'ydı. Adı, Evliya Çelebi'ye göre Konstantiniyye tekfurunun kızı Mudanya'dan gelmekteydi.

1850'li yıllarda, sakin bir havada İstanbul'dan sekiz saat süren bir yolculuktan sonra Mudanya'ya varılırdı. Poyrazın sert estiği günlerde ise, Bozburun'un önünde kabaran dalgalar bu seferleri yapan küçük gemilerin körfezin girişinde sabahlamalarını gerektirir, Mudanya'ya ancak ertesi gün varılabilirdi.

Karayolu

Mudanya'ya gemiyle gelen kişinin, karaya ayak bastıktan sonra yalnızca atla Bursa'ya ulaşabilmesi mümkündü. Etrafı bağlık bahçelik verimli bir kara parçası olan yol boyunca, uzun bir zaman Marmara Denizi'nin çekici manzaraları, denizi çevreleyen tepeler görülürdü. Yumuşak bir eğimden sonra deniz manzaraları biter, bu defa da ileride servi ağaçlarıyla dolu bir ovadan yükselen kent görünürdü. Olympos'un ormanlarla kaplı dik yamaçları üzerinde can bulan bu kentte yüzden fazla beyaz minare ve yuvarlak kubbe göze çarpardı.

Bursa'ya iyice yaklaşıldığında bir köprüye ve Nilüfer Irmağı'na ulaşılırdı. Bu ırmak, koyu renk yapraklı dev gibi ceviz ağaçlarının, açık yeşil çınarların, zengin çayırlıklar ve dutlukların arasından kıvrıla kıvrıla akardı. Bursa'ya yaklaşan her adım birbirinden daha çekici yeşil sürprizler sunardı.

Demiryolu

Osmanlı yöneticilerinin demiryoluna verdikleri önem 19. yüzyılın ikinci yarısında iyice artmıştı. Sultan Abdülaziz, 1871 yılında demiryolu ile ilgili bir irade yayımlattı. Gerçekleştirilmesi düşünülen ana hat İstanbul-Bağdat arasındaydı. Kurulan Asya Osmanlı Demiryolları'nın başına da Alman mühendis Wilhelm von Pressel getirildi. Pressel'in projesi Haydarpaşa'dan başlıyor, bu ağın içinde Bursa-Mudanya hattı da yerini alıyordu. Mudanya'dan Bursa'ya doğru raylar döşenmeye başlandı. Bu hat, 1874 yılında bitirilebildi. Bursa'ya ulaşabilmek için 185.000 Osmanlı Lirası (4 200 000 Frank) masraf yapılmış ancak demiryolunun işletmeye açılması mümkün olamamıştı. Proje bir müddet için rafa kaldırıldı. Yarım kalan hattın inşasına 17 yıl sonra başlanabildi. İmtiyazı almış olan M. Nagelmakers, Bursa- Mudanya Osmanlı Demiryolları, Şirketi'ni kurarak hattı 1892 yılında hizmete açtı.

Bu yeni yolculuk biçimi ile Mudanya'dan kalkan tren iki saatte Bursa Acemler istasyonuna varırdı. Bu demiryolunu işleten yabancı şirket olduğundan, tarifeler de alafranga saate göre yapılırdı. Bu durum karışıklıklara neden olduğundan 5 Eylül 1892'de şirket tarafından çıkarılan bir yazı ile halk uyarılarak alafranga saate göre yolcuların kendilerini ayarlaması istendiyse de genel istek üzerine sonradan alaturka saate çevrildi.

OSMANLI İMPARATORLUĞU

Osmanlı Başkentleri

Edirne, Osmanlı'nın 2. Başkenti...

KENTİN TARİHİ

Odrysler

Ainos (Enez) yakınlarında M.Ö. 5500-5000 yıllarına rastlayan dönemde, Anadolu özellikleri taşıyan çanak çömleği ve sur duvarlarıyla bir koloni niteliğinde olan ve Balkanlar'da bilinen en eski neolitik kültürlerden de eski bir yerleşim yeri vardı.

Sonraları Trakya'ya yerleşen, cesaret ve savaşçılıktaki büyük becerileri pek çok ülkeyi korkutan Traklar'ı, bu niteliklerinden dolayı Atinalılar da, Romalılar da ordularında ücretli asker olarak görevlendirdiler. Traklar'da, mağaradan, güçlü kalelere, çiftliklerden, kazıklar üzerinde inşa edilmiş balıkçı köylerine ve açık kentlere kadar çok çeşitli yerleşme biçimlerine rastlanırdı.

Apsintiler; Ainos'un (Enez) doğusunda, Drugeriler; orta Hebros (Meriç) bölgesinde, Tynler; Salmydessos (Midye) bölgesinde, Kalopothaklar; Ainos'un (Enez) güneyinden Kallipolis (Gelibolu) Yarımadası'na kadar olan alanda yerleşmiş Trak kabilelerinden bazılarıydı. Bunların içinde en ünlüsü Tonzos (Tunca) vadisinden sahile uzayan bölgede oturan ve güçlerinin zirvesinde olan Odrysler'di.

Trakya'da böyle geniş bir alana yayılmış olan Odrys halkının en önemli kasabalarından biri Odrysai idi. Odrysai, Hebros (Meriç) ile Tonzos'un (Tunca) birleştiği yerde ve bu nehirlerin oluşturduğu kavisin içinde kurulmuş bir yerleşim ve pazar bölgesiydi.

Geçiş yolu Bölge, Güneydoğu Avrupa'nın Anadolu'ya zorunlu geçiş yolu üzerinde bulunması nedeniyle, göç, istila, ticaret ve kültür alışverişi konularında etki altındaydı. Özellikle göçler ve geçişler nerede ise hiç durmadı.

M.Ö. 513'te Pers kralı Darius İskit seferine, önce Bosphorus'daki (İstanbul Boğazı) Anadolu ve Rumeli'den geçtikten sonra, Trakya'nın içlerine doğru kıyıdan çok uzak olmayan bir yerden devam etti. Ordunun ilk durak yeri Odrysler'in memleketi oldu. Artık Trakya Pers egemenliğine giriyordu.

M.Ö. 492'de Mardonius'un seferi Persler'in egemenliğini sağlamlaştırdı. Daha sonra da M.Ö. 480'de Traklar, Kral Kserkses'in ordusuna asker vermek zorunda kaldılar. Kserkses, Melas Körfezi'nde (Saros Körfezi) Kallipolis (Gelibolu) Yarımadası'ndan hareket etti, Ainos (Enez) şehrinden geçti ve böylece Hebros (Meriç) Nehri'nin bütün ovası Persler tarafından alındı.

Persler'in ülkedeki egemenliğine son verilmesinden sonra, dağınık Trak kabilelerinin birleşmesi gerektiğine inanılarak, önderlik kral Teres'in id****i altındaki Odrysler kabilesine veıildi. Böylece Odrysler, Hebros (Meriç) ve Kypsela'dan (İpsala) Varna'ya kadar olan toprakların sahibi oldular. Odrysler aristokratik, feodal bir devlet olarak kurulup, örgütlendiler.

Roma dönemi M.Ö. 342-341'de Makedonya kralı Philip'le yaptıkları savaşı kaybeden Odrysler, giderek zayıflamaya başladılar. M.Ö. 336'da Philip'in öldüıülmesinden sonra, huzursuzluk çıkacağın- dan korkan Büyük İskender, M.Ö. 335'de Trakya içine uzun bir sefere kalktı. Sahil boyunca devam edip, kralsız kalan Traklar ülkesinden ve Nestos (Mesta) Nehri'nden geçerek on gün içinde Balkanlar'ın eteğine ulaştı. Doğu Trakya'da sahile yakın bir yerden ilerleyip, Odrysia ve Hebros'dan (Meriç) sonra Tonzos (Tunca) boyunca ilerleyerek bir dağ geçidinden geçti. İskender'in ölümünden sonra Trakya başlıbaşına satraplık oldu.

M.Ö. 280-279'da Trakya, Galatlar'ın istilasına uğradıysa da tekrar güçlenen Odrysler, kralları Kotys sayesinde Makedonya ile dostluklarını sağlamlaştırdılar. M.Ö. 171-168 yıllarında Roma'ya karşı yapılan savaşta Perseus'un tek yandaşı Kotys'di. Makedonya Krallığı'nı ortadan kaldıran Romalılar Trakya'yı etkileri altına aldılar.

Caligula, Rhaimetalkes'i Trakya'ya M.S. 37-38'de kral yaptı. Rhaimetalkes'in öldürülmesinden sonra İmparator Claudius zamanında 45'te Trakya'nın bağımsızlığına son verildi. Artık Trakya bir eyalet olarak tam anlamıyla Roma İmparatorluğu'na dahil edilmişti.

Hadrianopolis

123-124 yıllarında Doğu'ya bir gezi yapan İmparator Hadrianus (117-138), Uscudama veya Odrysai adıyla çağrılan yerleşim yerinin üzerinde yeni yapılar inşa edilmesini buyurdu. Kasaba gelişip kent durumuna yükselmeye başlamıştı. Roma İmparatorluğu'nun en önemli yerleşim yerlerinden biri haline getirilen Odrysai, onu bu konuma yücelten imparatorun adını yaşatmak üzere "Hadrianus'un Kenti" anlamına gelen Hadrianopolis/Adrianopolis diye adlandırıldı.

Hadrianus'un kente kazandırdığı en önemli yapı kaleydi. Tümüyle bir Roma Castrum'u planına sahip olan kalenin dört köşesinde dört yuvarlak burç vardı. Burçların arasında dört köşeli onikişer küçük kule ve dokuz kapı dizilmişti. Surların önüne de bir hendek inşa edilmişti. Roma İmparatorluğu'nun altın devrini yaşadığı 2. yy. ve 3. yy'ın ilk yarısında Trakya şehirleri çok gelişti. Hadrianopolis de, askeri alanda, ticaret ve ziraat konularında bu altın dönemden nasibini aldı ve sürekli olarak gelişme gösterdi.

Önemli bir Roma kalesi durumunda olan Hadrianopolis, Diocletianus'un (284-305) 297'de yaptığı yeni bir yönetim bölünmesinde, Trakya eyaletinin altı vilayetinden birini oluşturan Haemimontus'un başkenti oldu. Diocletianus'un çekilmesinden sonra iç kavgalar başladı.

324'de Hadrianopolis yakınında yapılan savaştan Licinius yenilgi alarak çıktı. Savaşın galibi ise, Constantinus oldu. Constantinus Bizantion'a kadar çekilen Licinus'u önce yenilgiye uğratıp sonra da katlettikten sonra imparatorluğa egemen oldu. İmparatorluğun başkentini de Roma'dan Bizantion'a taşıdı. O artık bu yeni kentteki İmparator I. Constantinus'du (324-337). Önceleri Nea Roma adı ile anılan kent, I. Constantinus'un adıyla özdeşleştirilerek, Constantinopolis oldu (11 Mayıs 330).

378'de İmparator Valens (364-378) döneminde Hadrianopolis'in kuzeyinde Gotlar ile yapılan savaş Roma ordusunun yenilgisi ile bitti.

İmparator I. Theodosius (379-395) Trakya'daki karışıklıkları önlemek için Gotlar'a karşı daha ılımlı bir politika izleyerek bir anlamda göç tehlikesini de uzaklaştırmayı amaçladı. I. Theodosius, 381 yılının Eylül ayını Hadrianopolis'te geçirdi.

441-447 yılları arasında bu defa da Hunlar Trakya'ya akınlar düzenleyerek bölgeyi kırıp geçirip yağmaladılar.

550'de Avarlar'la yapılan savaşta Bizans ordusu Hadrianopolis önlerinde ağır bir bozguna uğradı ve çok sayıda askerini esir verirken, Büyük Constantine'in kutsal sancağı da Avarlar'ın eline geçti. Savaş sonrasında Anastasios suruna kadar dayanarak etrafı talan eden Avarlar'a bir baskın yapıldı ve kutsal sancakla birlikte bazı esirler kurtarıldı.

Heraklius (610-641) sülalesi döneminde Hadrianopolis'in ruhani id****inde beş metropolitlik vardı.

807'de İmparator I. Nicephorus (802-811), Bulgarlar'a karşı bir sefer düzenleyip Hadrianopolis'i geri aldı ancak kendisine karşı bir ayaklanma hazırlandığını anlayarak, Constantinopolis'e döndü.

1018'den sonra Bizans için en büyük tehlike Peçenekler'den gelmeye başladı. Constantine IX. Monomachus (1042-1055) zamanında birleşip büyük bir güç oluşturan Peçenekler, Hadrianopolis önüne gelerek burada ordugâh kurup etrafı yağmalamaya başladılar. Hadrianopolis, Bizans devleti parçalandığı sırada en büyük toprakları alan Venedik'in hissesine düştü.

1336'da Hadrianopolis'te III. Andronicus'un (1328-1341) kızlarından biri Bulgar Prensi Mikhael ile evlendi. III. Andronicus, 1341'de öldüğünde devleti, dokuz yaşındaki oğlu Ioannes'e (1341-1391) bıraktı. Naib olarak da güvenilir bir yönetici olan Cantacuzenos'u gösterdi. Bu güvenilir yönetici, 26 Ekim 1341'de kendini Didymoteikhos'da (Dimetoka) imparator ilan ediverdi (1341-1354). İki imparatorlu ülkede başlayan çekişmeler bir taht kavgasının ötesine geçerek, büyük toprak sahipleri, asiller ve kentin ileri gelenleri ile halk arasında bir sınıf çatışmasına dönüştü. Hadrianopolis'te başlayan bu ayaklanma hızla Trakya'ya yayıldı. Hadrianopolis'i Cantacuzenos aldı ve 1347'de Constantinopolis'e girerek bu kentte hüküm sürmekte olan V. Ioannes Palaiologos'a (1341-1391) karşın kendini VI. Ioannes olarak bir defa daha imparator ilan etti. Cantacuzenos'un Hadrianopolis kenti için 1352'de yeniden ve bu defa V. Ioannes Palaiologos'la savaşması gerekiyordu. Palaiologos Sırp ve Bulgarlar'dan büyük yardımlarla birlikte 4000 süvari de almıştı. Cantacuzenos ise bu büyük güç karşısında galip gelebilmek için, dostu ve damadı Orhan Gazi'nin (1326-1360) yardımına başvurdu. Süleyman Bey idaresinde 10.000 kadar Türk savaşçısı savaşı Cantacuzenos adına zaferle bitirdiler.

OSMANLI DÖNEMÎ

Adı Edirne

1354'de bir gece Süleyman Bey Kallipolis (Gelibolu) kalesini aldı ve Osmanlı kuvvetleri Trakya'ya akınlara başladı. Artık Trakya'da Türkler'in ayak sesleri duyuluyordu. 1360'da Didymotheikos (Dimetoka) fethedildi. I. Murad (1359-1389), tahta çıkışından başlayarak Rumeli'nin ele geçirilmesi için yapılan girişimlere büyük önem ve hız verdi. Sultan, Çorlu ile Keşan'ın da Osmanlı yönetimine geçmesinin ardından, Lala Şahin Paşa'yı Hadrianopolis'in fethi ile görevlendirdi. Lala Şahin Paşa, Hacı İlbeyi ile birlikte bu görevi yerine getirerek ken- ti Bizanslılar'dan aldı. 1362'nin Temmuz ayında I. Murad döneminde Hadrianopolis artık Türkler'indi. I. Murad'ın Celayirli hükümdarı Üveys Han'a gönderdiği fetihnamede kentin adı Edirne olarak yer aldı. Fethedilen bu yeni kenti büyük bir onurla ziyarete gelen I. Murad, kalenin yönetimini Lala Şahin Paşa'ya bıraktı. Bundan sonra Edirne Türkler'in Rumeli'yi fethetme hareketlerinde çok önemli bir askeri üs oldu. 1363'de Lala Şahin Paşa Filibe'yi ele geçirmek amacıyla buradan harekete geçti. Ertesi yıl, Sırp, Eflak ve Macar birliklerinden oluşan haçlı ordusuna karşı Sırpsındığı Savaşı, Edirne'nin 25 km. batısında gerçekleşti. Sultan Murad bir gece düşünde, ak sakallı, nur yüzlü bir kimseyle yarenlik ederken, o kişi ona Edirne'de bir saray yaptırmasını söylediğinden, Edirne'de büyük bir saray inşa ettirildi.

Osmanlı'nın "Dar--ül Mülk'ü

Edirne fetholunduktan sonra büyük bir hızla Türkleşmeye başladı. Osmanlılar'ın kenti 1365'de başkent yapmaları Edirne için yepyeni bir devrin başladığını gösteriyordu. I. Bayezid (1389-1403) İstanbul'u kuşatma hareketlerini buradan yönetti.

Yıldırım Bayezid'in ölümünden sonra taht kavgası nedeniyle şehzadeleri birbirlerine düştüler. Bu Fetret Devri'nde (1403-1413) kent daha büyük bir önem kazandı. Bayezid'in büyük şehzadesi Emir Süleyman Çelebi, devlet hazinesini Bursa'dan Edirne'ye taşıyarak burada tahta çıktı. Daha sonra şehzadelerden Musa Çelebi, Eflak Voyvodası'nın da yardımı ile ağabeyi ile mücadeleye girerek 1411'de kenti ele geçirdi ve burada kendi adına para bastırdı. 1413'de I. Mehmed Çelebi (1413-1421) Osmanlı Devleti'ni yeniden toparlayarak Edirne'yi kardeşinin elinden aldı.

1419'da bu defa da I. Bayezid'in Ankara Savaşı'nda kaybolan oğlu olduğunu ileri süren Mustafa Çelebi (ya da Düzmece Mustafa) sahneye çıktı. Taht üzerinde hak iddia ederek Edirne'yi ele geçirdi. Bir sultan olduğu inancı ile de burada kendi adına para bastırdı. Ardından güçlü bir orduyla Edirne'den Anadolu'ya geçtiyse de, Bursa yakınlarında II. Murad'a (1421-1451) yenildi. Edirne'de bıraktığı hazinesini aldıktan sonra Eflak'a giderken yakalanan Mustafa Çelebi, 1442'de yeniden Edirne'ye getirilerek öldürüldü. Edirne'de ilk şenlik, işte bu olayın ardından yapıldı. Halk da büyük bir coşku ile bu şenliklere katıldı.

II. Murad, Edirne'de şehzadeleri Alaeddin ile Mehmed'e çok görkemli sünnet düğünleri de düzenletti. Sultan, 1444'de tahtı oğlu II. Mehmed'e bırakarak Manisa'ya çekildi. Edirne başkent olduktan sonra tahta çıkan ilk sultan olduğu için, Edirne Sarayı'nda yapılan ilk culüs töreni de II. Mehmed için gerçekleştirildi. Bu ilk tahta çıkışında 12 yaşında olan çocuk sul- tanın adı, İstanbul'u fethettikten sonra şanına yakışır biçimde Fatih Sultan Mehmet olarak anılacaktı. Manisa'ya çekilen II. Murad, bir haçlı ordusunun harekete geçmesi üzerine yeniden Edirne'ye gelmek zorunda kaldı. Bu haçlı ordusu Varna'da kesin bir yenilgiye uğrayacaktı.

II. Murad zaferin ardından yönetimi yine oğluna bırakmasına karşın, yeniçerilerin ayaklanması üzerine Edirne'ye gelerek üçüncü kez tahta çıkmak zorunda kaldı. II. Mehmed (1451-1481), II. Murad'ın 5 Şubat 1451'de ölümüyle kesin olarak tahta çıktı. Artık onun önünde çok önemli bir hedef vardı. Constantinopolis'i almak... Bu amacına yönelik harekatı Edirne'den başlattı.

Yeni başkent Constantinopolis

II. Mehmed'in bu kutsal amacı 1453'de gerçekleşti. 29 Mayıs sabaha karşı yapılan taarruzla Constantinopolis'in kara tarafındaki surlan yıkıldı. Aynı gün, II. Mehmed at üzerinde kente girerek, Ayasofya'da namaz kıldı. Constantinopolis'in fatihi II. Mehmed artık "Fatih Sultan Mehmed" olarak tarihe geçecek, Osmanlı İmparatorluğu'nun yeni başkenti de Cons- tantinopolis olacaktı. Başkentliği devrettikten sonra da Edirne, imparatorluğun önemli olaylarına sahne olmaktan geri kalmadı. Kent, Gedik Ahmet Paşa'yı Edirne Sarayı'nda idam ettiren II. Bayezid (1481-1512) ile oğlu Selim arasındaki taht kavgasına sahne oldu.

Edirne, 16. yy'da Batı'ya düzenlenen seferlerin merkez üssü oldu. Sultanların çoğu zamanlarını geçirdikleri bir yer durumunda olduğundan sürekli olarak ilgi gördü. Yavuz Sultan I. Selim (1512-1520), Kanuni Sultan I. Süleyman (1520-1566), ve II. Selim (1566-1574) kentin bayındırlığına büyük önem verdiler.

Edirne'nin parlak dönemleri

17. yy'da ise I. Ahmed'den (1603-1617) başlayarak bu ilgi daha da arttı. II. Osman (1617-1622) ve daha sonra IV. Murad (1623-1640) Edirne koruluk ve ormanlarında büyük av eğlenceleri düzenlediler. "Avcı" adıyla anılan N. Mehmed (1649-1687) ise çoğu zamanını burada sürek avına çıkarak geçirdi. 1670'lerde Edirne'yi neredeyse ikinci bir yönetim merkezi yapan N. Mehmed, Rus ve Leh Seferleri'ne de Edirne'den başladı.

Yaşamını Edirne'de sürdürmeyi seven bir başka sultan, II. Mustafa (1695-1703) Edirne Vakası diye bilinen ayaklanma sonunda 1703'de tahtından uzaklaştırıldı.

Türkler'le Ruslar arasındaki Prut Savaşı'ndan sonra 16 Nisan 1712'de Prut Antlaşması yapılmasına karşın, üzerinden yedi ay geçtiği halde Ruslar Lehistan'ı (Polonya) terketmediler. Bunun üzerine Osmanlı Devleti sefer kararı aldı. III. Ahmed (1703-1730) İstanbul'dan Edirne'ye hareket etti. Bu durum karşısında kaygıya kapılan Rus Çarı I. Petro, görüşmeye hazır olduğunu bildirdi. Edirne'de yapılan görüşmeler sonunda 24 Haziran 1713'te Edirne Antlaşması imzalandı. İmzalanan antlaşmaya göre, Ruslar Lehistan'ı iki ay içinde boşaltacaklar, IV. Mehmed dönemindeki sınır çizgisi esas olarak alınacaktı. Ruslar aynca Osmanlı İmparatorluğu'nda misafir olarak kalan İsveç Kralı XII. Karl'ın da Rus topraklarından bir Türk koruma birliğinin eşliğinde geçirilerek ülkesine dönmesini kabul ettiler.

Yıkımlar

1745'deki büyük yangından sonra, 1751 yılındaki deprem Edirne'nin bir anlamda gözden düşmesine neden oldu. Bu dönemden başlayarak Edirne eski debdebesinden uzaklaşıp ge- rilemeye başladı.

III. Selim'in (1789-1807) Nizam-ı Cedit Islahatı'na karşı çıkan Rumeli'nin ileri gelenleri ve derebeyler, Edirne'de 1801'de ve 1806'da devlete karşı iki kez ayaklandılar (Edirne kıyamı).

1828-1829 Türk-Rus Savaşı'nda kent düşman eline geçti. 22 Ağustos 1829'da Ruslar'ın kente girmesi Edirne'nin yaşadığı zor günler oldu. 14 Eylül 1829'da Edirne'de imzalanan barış antlaşması sonucunda yeniden Osmanlı yönetimine geçmekle birlikte, savaş Edirne'yi olumsuz yönde etkiledi. Müslüman halk başka yerlere göçmeye başladı. Sultan II. Mahmud (1808-1839), halka moral vermek üzere 1831'de kente geldiğinde on gün kalıp yıkımların giderilmesi için emirler verdi. Bu gezinin anısına Hayriye, Nısfiye ve Rubiye adlarında Edirne damgalı paralar bastırıldı.

1877-1878 Türk-Rus savaşında, 20 Ocak 1878'de Edirne tekrar on üç aydan fazla sürecek olan Rus işgali altına girdi. Birçok bölgesi yakılıp yıkıldıktan sonra 13 Mart 1879'da yine Osmanlı Devleti'ne bırakıldı.

20. yy'ın başlangıç yılları da Edirne'ye zor günleri getirdi. 1912'de Balkan devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu'na karşı giriştiği Balkan Savaşı'nda Edirne yüzaltmış gün Şükrü Paşa'nın kahramanca savunmasına karşın, açlıktan Bulgar ve Sırp kuvvetlerine 26 Mart 1913'de teslim oldu.

22 Temmuz 1913'de Enver Bey komutasındaki kuvvetler hiçbir direnişle karşılaşmadan Edirne'ye girdiler. Kent yıkık ve harap durumdaydı. Diğer Avrupa devletlerinin Türkler'i Edirne'den çıkarmak için verdikleri tüm çabalar sonuçsuz kaldı ve Edirne 10 Ağustos 1913'te imzalanan Bükreş Antlaşması gereğince Osmanlı toprağı sayıldı.

Sınır kenti

Edirne bu defa da, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra 1920'den 1922'ye kadar iki yıldan fazla Yunan işgalinde kaldı. Ancak 25 Kasım 1922'de Mudanya Mütarekesi'nden sonra Türk ordusu Edirne'ye girdi. 24 Temmuz 1923'deki Lozan Antlaşması'yla da o artık Türkiye Cumhuriyeti'nin Trakya bölgesinde Yunanistan ve Bulgaristan sınırı boyunca uzanan, bağrında pek çok Türk anıtını taşıyan sınır kentiydi.

YAPILAR

İlk Osmanlı başkenti Bursa, erken dönem Osmanlı mimarisi örnekleriyle bezenmişti. İkinci başkent Edirne ise, mimarideki gelişmeleri ve değişmeleri yaşayarak, Osmanlı sanatının en yükseldiği dönemin eserlerini sahiplendi.

Yıldırım Bayezid Camisi

Edirne'deki Türk döneminin en eski yapısıdır (1397-1400). Haç planlı eski bir Bizans kilisesinin yalnızca temeli bırakılarak, üzerine yeni cami binası inşa edildi. Ortasında küçük bir orta kubbe ve etrafında dört tonoz bulunmaktadır.

Eski Cami İnşaatına 1403'de Emir Süleyman Çelebi tarafından başlandı, 1414'de Çelebi Sultan Mehmed tarafından tamamlandı. Mimarı Konyalı Hacı Alaeddin'di. Kare şeklindeki yapı, dokuz kubbesiyle çok kubbeli ulu camiler planındaydı. Bina kesme taştan yapıldı. İç mekân dört paye ile bölündü. Son cemaat yeri, kesme taş ve tuğla sıralamasıyla bitirildi. Büyük yazılarıyla dikkati çekmektedir.

Muradiye Camisi

1436'da Sultan II. Murad'ın yaptırdığı bu cami, yan mekânlı camiler planının uygulandığı en güzel örneklerdendi. Yalın bir dış görünüşü olup, doğu ve batı duvarı ile mihrap duvarını kaplayan çinileri, iki orta kubbeyi birbirine bağlayan büyük kemerin iç yüzündeki ince kalem işleri yalın görüntülerine karşın 15. yy. başındaki Osmanlı dekor sanatının en başarılı eserleri arasında yer aldı. Yapı, görkemli mihrabı ve minberiyle dikkati çekmektedir.

Üç Şerefeli Cami

1438-1447 yılları arasında Sultan II. Murad tarafından yaptırılan cami, Osmanlı mimarlığında erken dönemle klasik dönem arasında yer almaktaydı. Türk sanatında ilk kez ortaya çı- kan plan şeması ile enine gelişen bir mekân anlayışında inşa edildi. Dört min****inin biri üç, biri iki, ikisi ise birer şerefeli olup, baklavalı, şişhaneli, çubuklu ve burmalı motif üslupları ile bezendi. Üç şerefeli min****indeki her üç şerefeye ayrı merdivenlerden çıkılan ilk minare tarzıdır ve bu tarz camiye adını vermiştir. Hafif sivri kemerli revakları ile şadırvanlı avlusu vardır.

Sultan Bayezid Külliyesi

Sultan II. Bayezid, Kili ve Akkerman fethine giderken, ordunun gereksinimlerini karşılamak üzere Edirne'de kaldı. Bu konaklama sırasında da Tunca'nın kenarında 23 Mayıs 1484 günü cami, şifahane, medrese, imaret, tabhane, hamam, değirmen ve köprüden oluşan bü- yük bir külliyenin temellerini attı.

Avrupa'da akıl hastaları hasta sayılmazlar, şeytanla işbirliği yapan insanlar diye düşünülerek çoğu kez diri diri yakılırlardı. Külliyenin şifahanesindeyse akıl ve ruh hastaları, Türk müziğinin çeşitli makamları ile tedavi edilirlerdi. Şifahaneye devamlı bağlı on hanende ve sazende çalışırdı. Ney, keman, santur ve ud kullanılan sazlar arasındaydı. Özellikle neva, rast, dügah, segah, çargah ve buselik gibi makamların dinletilmesinden olumlu sonuçlar alınmıştı. Musikiden başka hastalar çiçek kokuları ile de tedavi edilirdi.

Türk-Osmanlı mimarisinin en önemli eserlerinden biri olan külliyenin mimarı Hayreddin'di. 21 m. çapındaki kubbesi ile cami tek kubbeli camilerden olup, külliye yüz kadar kubbe ile örtülmüştür.

Selimiye Camisi

Mimar Sinan'ın "ustalık eserim" diye nitelendirdiği Selimiye Camisi bu kentin tacıdır. Mimar Sinan'a Sultan II. Selim tarafından 1569-1575 yılları arasında yaptınlan cami önce, birbirine eşit üçer şerefeli dört min****i ile göze çarpar. Çok uzaklardan görünen bu zarif minareler kubbenin etrafına cami tabanının oturduğu karenin köşelerine dizilmiştir.

31,5 m çapındaki kubbe, 8 filayağı ile bağlanmış, örttüğü iç mekâna verdiği genişlik ve ferahlıkla birlikte mekânın bir kerede kolayca algılanmasına neden olmaktadır. Kubbe aynı zamanda caminin dış görünüşünün ana hatlarını da belirler.

Caminin mimarisinde olduğu kadar, mermer, çini ve hat işçiliklerinde de kusursuzluğa varılmıştır. Minberin mermer işçiliği diğer camilerden üstündür. Mihrap tarafındaki duvarlarla birlikte, Hünkar mahfili ve bütün alt kat pencerelerinin alınlıkları zarif bir çini dekoru ile kaplanmıştır. Mihrap duvarında bulunan büyük çini panoların renk ve komposizyonları ve Hünkar mahfilinin alt kısmındaki tavanın kalem işçiliği çok güzeldir.

Caminin revaklarla çevrilmiş avlusunun ortasında mermerden özenle işlenmiş bir şadırvanı vardır.

Edirne Sarayı

Sultan I. Murad tarafından yaptırılan ilk saraydan sonra, Sultan II. Murad döneminde Tunca'nın batısında, çok büyük bir alan üzerine 1450'de Edirne Sarayı'nın inşaatına baş- landı. Sultan'ın 1451'de ölümünden sonra oğlu Fatih Sultan Mehmed tarafından yapı tamamlatıldı.

Edirne Sarayı'nın önemli bölümlerinden olan Cihannüma Kasrı'nın yedi katlı olduğu ve en üst katında sekiz köşeli bir odanın ve ortasında bir havuzun bulunduğu yazılmaktadır. Cihannüma Kasrı'nın sağ tarafında Kum kasrı bulunurdu. Kum Kasrı hamamının, helezoni kubbesi vardı.

Cihannüma Kasrı'nın arka tarafındaki yerde, tonozlu bir bodrum üzerinde dikdörtgen bir planda su maksemi vardı. Terazilerden gelen sular binanın yukarısındaki depolarda toplanır oradan altı bölümle dağıtılırdı. 16. yy'ın ikinci yarısında saraya namazgâh eklendi.

Saray, 22 Ağustos 1829'da Ruslar'ın kente girip birkaç ay kalmaları sırasında yıkıma uğradı. 1867'de Sultaniye yatı ile Avrupa gezisine başlayan Sultan Abdülaziz'in gidiş yolu Tolulon'dan sonra Paris ve Londra olmuştu. Dönüş yolunda Sultan'ın Edirne'den geçme olasılığı üzerine özellikle Cihannüma Kasrı'nda bazı onarım ve eklemeler yaptırıldı. Oysa dönüş, Belçika-Koblenz-Prusya-Viyana-Budapeşte'den geçilerek, Tuna Nehri'nden vapurla yapıldı.

1875'de Ruslar'ın Edirne'yi işgal edeceği haberi üzerine sarayın yakınında bulunan cephanelik Ruslar’ın eline geçmesin diye Vali Cemil Paşa’nın emriyle ateşlendi. Böylece 3-4 gün süren patlama sesleri ile büyük tehlike içinde kalan Edirne kentinin 425 yıllık sarayı ortadan kalktı.

123-124 yıliarında Doğu'ya yaptığı gezi sırasında İmparator Hadrianus kendi adıyla Hadrianopolis diye çağrılan Edirne kentine görkemli bir kale armağan etmişti. 19. yy'ın ilk yarısına kadar sağlam duran bu kale de 1866-1870'den itibaren hastane, okul, hükümet binaları, kışla yapımı için Vali Hurşid Mehmed Paşa zamanında yıkılmaya başlandı. Dört ta- ne olan köşe kulesinden yalnızca biri saat kulesi haline dönüştürüldü.

Köprüler

Edirne'deki önemli yapı türlerinden biri de köprülerdir. Üzerine türküler yakılan bu taş köprülerin çoğu Tunca Nehri üzerinde bulunur. Taş köprüler, Osmanlı'nın mekânsal ve anıtsal anlayışıyla her zaman uyum içinde olurlar, düzenlilik ve geometri kurallarına uygunluk gösterirlerdi. Kent içi köprüler, iki başından kent dokusuna dayanırlardı. Edirne'nin içinde bulunan ve Sinan devrinin Edirne dışında inşa ettiği köprülerin güzelliğine başka kentlerde erişilememiştir.

Bu kentteki köprülerin en eskisi Bizans İmparatoru Michael Palaiologos (1261-1282) dönemindendir. Köprü sonradan Gazi Mihal Bey tarafından yeniletildiğinden onun adı ile anılır (1420). 1640'da Kemankeş Kara Mustafa Paşa bu yirmiyedi gözlü köprüye sivri kemerli Tarih Köşkü'nü ekletmiştir. 1451'de yapılan Şahabettin Paşa (Saraçhane) Köprüsü on iki ke- merli ve on bir ayaklıdır.

1452'de Fatih döneminde yaptırılan Fatih Köprüsü, 1488'de Mimar Hayrettin'in yapıtı olan Bayezid köprüsü, 1560'da Mimar Sinan'ın eserleri arasında yer alan Saray (Kanuni) Köprüsü, 1608-1615 yılları arasında Sedefkar Mehmed Ağa'nın yaptığı Ekmekçizade Ahmed Paşa Köprüsü, 1842-1847 yılları arasında Meriç'le Arda'nın birleştiği yerde tamamlanan Meriç Köprüsü (Yeni Köpıü) Edirne'nin en önemli köprüleridir.

Kervansaraylar

Sokak üzerinde bir sıra dükkânı bulunan ve klasik Osmanlı mimarlığının ilginç örneklerinden olan Rüstem Paşa kervansarayı, Kanuni Sultan Süleyman'ın ünlü sadrazamı Rüstem Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırıldı. Dikdörtgen avlu çevresinde önleri revaklı odalar sıralanmaktadır.

Ekmekçioğlu Ahmed Paşa kervansarayı, I. Sultan Ahmed'in emri ile Defterdar Ekmekçioğlu Ahmet Paşa tarafından 1609 senesinde yaptırıldı. Mimarları Sedefkar Mehmed Ağa ve Edirneli Hacı Şaban'dı.

Evler

Taş duvar ve sıvayla örülmüş ahşap iskelet sistemleri ile yapılırdı. Bu evler genellikle yanındaki daha yüksek saçaklara çift eğri öğe ile bağlanan bir çatıyla örtülü, az derinde kalan locanın içine yerleştirilmiş merkezi girişi ile kusursuz bir simetriye sahipti.

Odalardan kıbleye dönük olanı namaz odası olarak ayrılırdı. Dolaplarda, tatlı, şeker, şerbet ve şurup dağıtılmasına yarayan şık kaplar, bardaklar, tabaklar, şık havlular, örtüler, le- ğen ve ibriklerin en kıymetlileri saklanırdı. Misafir odalarının duvarları boyunca yapılmış "sıra" denen raflar üzerine odayı süslemek amacıyla kıymetli çini ve porselen tabaklar, kaseler ve sürahiler konurdu. Katlı raf denilen hücrelere de değerli kaseler, gülapdanlıklar ve çiçeklikler yerleştirilirdi.

Kalınca yapılmış duvarların içine yerleştirilen veya odanın arkasında bir kümbet şeklinde dışarı çıkarılan ocaklar en sağlıklı ısınma aracıydı.

Balkan Yarımadası'nın hemen her tarafında en küçüğünden en gösterişlisine kadar bütün evlerde "hayat" denilen bölümler vardır. Oda kapılarının açıldığı yer olan bu bölüm, doğrudan evin bahçesine bakan yönde 1,5-2 metrelik direkler üzerine dayandırılmıştır. Hayatların sonunda bir basamak yükseklikte dört köşe bir kısım ayrılarak, tahta sedirlerle çevrilirdi.

Evin harem ve selamlıklarında büyük kapıların açıldığı bahçe kısımları olan avluların uygun bir yerinde mermer bir çeşme bulunurdu. Bazı evlerde avluların ortasında küçük havuzlar, üzerine asma sardırılmış çardaklar vardı. Harem ve selamlık avlularından birbirine geçilecek küçük kapı bulunurdu.

İnanılır ki, Kırkpınar adı kırk yiğidin adından gelir.

Bizans İmparatorları, kendi iç çekişmelerinde uzun seneler Aydın ve Saruhan Beyleri'ni kullanmış, ayaklanmalarını, taht kavgalarının başlangıçlarını hep onlarla bastırmıştı.

Aydın ve Saruhan Beyleri, bu iç çekişmelerde güçlerini Bizans'ın gereksinimi doğrultusunda kullanırken, Rumeli'deki baş kaldıran pekçok küçük Bizans kalesine ve kentine akınlar yapmışlardı. Önceleri Bizans'ın bütünlüğüne yardım için yaptıkları bu akınları, sonraları iyice alışkanlık haline getirmeye başladılar. Gücü yavaş yavaş Beyler'e kaptırdıklarını farket- meye başlayan Bizans İmparatoru, yeni kullanacak güç aramaya başladı. İmparator, Anadolu yarımadasında gün geçtikçe etkinlikleri artan Osmanoğulları'ndan Aydın ve Saruhan Beyleri'nin korkacaklarından emindi. Bu defa da Osmanoğulları'nı amaçları doğrultusunda kullanmayı tasarlayarak, onlardan yardım istedi.

Orhan Gazi de uzun zamandır Bizans İmparatoru'nun bu durumundan yararlanmayı kuruyordu. Orhan Gazi, daha önce Aydın ve Saruhan Beyleri gibi diğer Türk Beylikleri'nin de Bizans'a yardım için Rumeli taraflarına akınlar düzenleyip Bizans İmparatorları'nın durumunu kurtardıktan sonra tekrar Anadolu'ya döndüklerini biliyordu. Onun amacı ise farklıydı. Tüm istediği Rumeli yakasına ayak basarak, orada yerleşmek ve Osmanlı topraklarını büyütmekti.

Orhan Gazi, Süleyman Bey'in Rumeli yakasındaki Bizans kalelerinden birini baskınla ele geçirmek fikrini uygun gördü. Süleyman Bey, Çanakkale Boğazı'nı iki salla ve kırk yiğitle birlikte geçip, Rumeli'ye ulaştı. Sabaha karşı Kallipolis (Gelibolu) Kalesi'ni ele geçirdikten sonra, arkadan gelen diğer kuvvetlerle birlikte, Rumeli'nin büyük küçük kalelerine doğru yürümeye başladı.

Çanakkale Boğazı'nı ilk geçen kırk yiğit, Hadrianopolis'e doğru kuvvetlerin öncülüğünü üzerlerine aldılar. Bu kırk yiğidin her biri birer başpehlivan olduğundan, her konaklamada aralarında güreşirlerdi. Hadrianopolis civarındaki bir meraya geldiklerinde, pehlivanlar yine çayırlıkta güreşecek arkadaşlarını seçtiler. İçlerinden iki pehlivan Anadolu yakasındayken, sonuçlandıramadıkları bir güreşi Rumeli seferi için yarıda bırakmışlardı. Yemyeşil çayırın üzerinde güreşe tutuştuklarında Hıdırellez'di. Akşam karanlığı çöktüğü sıralarda sonuç hâlâ alınamamıştı.

Ortalık iyice kararırken iki pehlivan güreşmeye devam ettiler. Gece yarısına doğru ise dehşetli güreş iki kahramanın son nefeslerini vermeleriyle son buldu. Er meydanında can veren pehlivanları arkadaşları bu çayırlığa gömerek Hadrianopolis üzerine savaşa devam ettiler.

Aradan uzun bir zaman geçmiş Orhan Gazi'nin yerine I. Sultan Murad geçmişti ve Hadrianopolis artık Türkler'in Edirnesi olmuştu. Kırk yiğitten sağ kalanlar, iki pehlivanın çayırlıktaki mezarlarına birer taş yaptırmak istediler. Çayırlığa vardıklarında, iki pehlivanı gömdükleri incir ağacının altından billur gibi akıp giden kırk kaynaklı pınarı gördüler. İşte ilk Kırkpınar diye adlandırılan yer burasıydı.

I. Sultan Murad Edirne'yi başkent yaptıktan sonra bu kentte okçuların, ciritçilerin ve pehlivanların yetişmesi için bir güreşçiler tekkesi açtı. Kırkpınar güreşlerinin ilk yapıldığı yer, Edirne'nin altı saat batısında olup, bugün bu bölge sınırlarımızın dışinda kalmıştır.

Kırkpınar bir Türk atasözünün de kaynağı oldu. Hıdırellez başlamadan yaklaşık yirmi beş gün önce Kırkpınar Ağası, halkı güreşlere çağırmak için, yöredeki kent, kasaba ve köylerin kahvelerinin tavanlarına asılmak üzere, kırmızı dipli mumlar gönderirdi. Bu, özellikle çağrılıyorsunuz anlamını taşırdı. Bir yere gelmesi istenmeyen kişi, çağrılmadan oraya giderse söylenen; "Kırmızı dipli mumla mı çağrıldın" atasözü buradan kaynaklanmaktadır.

Hıdırellez'den yaklaşık on beş gün önce, köylüler tarafından Kırkpınar yakınına tezgah ve dükkânlar, meydanın etrafına da izleyiciler için çardaklar yapılmaya başlanırdı. Yakın yörelerden gelen esnaf ve satıcılar, hazırlanmış olan derme çatma dükkânlara ve tezgahlara yerleşirler ve satacakları yiyecek, içecek ve giyecekleri buralara yerleştirirlerdi. Meydanın etrafı köşkler, dükkânlar ve köylülerin yaptıkları gölgeliklerle dolardı.

Kırkpınar Ağası ise, Hıdırellez'den bir hafta önce Ağa Çadırı'nı, güreşçilerin ve misafirlerin çadırlarını meydanın etrafına kurdurmaya başlardı. Aynı zamanda yemek kazanları ve kaplar getirilir, aşçılar hazırlıklarına başlarlardı. Bütün bu hazırlıklar yaşanacak cümbüşün ve renkliliğin müjdecisi gibiydi.

Güreşler Hıdırellez'den üç gün önce başlar, günlerce süren bayram ve açık hava eğlenceleri içinde sürüp giderdi. Halkın saygı gösterdiği, güvendiği eski yaşlanmış pehlivanlardan iki üç tanesi, Ağa'nın çağrısıyla hakem olurlar ve Ağa ile birlikte, onun çadırından güreşleri izlerlerdi.

Birinci gün eğlencelere aynlır, son gün genellikle başaltı ve başpehlivanın güreşleri ile geçer, tüm karşılaşmalar Hıdırellez'in arifesinde akşamüstü sona ererdi.

Edirne kırmızısı ve Edirnekâri

Tahta üzerine boya ile yapılan süslemeye Edirnekâri denirdi. Edirne'de 14. yy'dan başlayarak bu biçimde pek çok tavanlar, kapılar, dolap kanatlan, saatler, sandıklar, kalemlikler, raf lar ve çekmeceler bezendi. Aynca çekmecelerin içine de yaldızla tuğralar ve değişik bezemeler yapıldı.

Motifler doğaya dönük olup, çiçek, yaprak, meyvalardan oluşurdu. Bu süslemeler, boyalarının sağlamlığı ve ince işçilikleriyle dikkati çekerdi.

Edirnekâri süslemelerdeki motifler, 17. yy'a kadar tek tek çiçekler, minik buketlerden oluşurken, 18. yy'da bu çiçekler büyük buketler haline geldi veya vazolann içinde resmedildiler.

18. yy'da Edirnekâri, motif ve düzenleme olarak deri kitap kapaklarında da yer almaya başladı ve giderek yaygınlaştı.

Edirne'de yapılan lake ciltler de Edirnekâri adını almaya başladı. Bu ciltlerin üzerindeki nakış ve resiınler vernikle parlatılırdı. Edirne'de yapılan lak işleri de Edirne Lakı olarak anılmaya başlandı.

18. yy'da Edirne Türk Kırmızısı ya da Edirne Kırmızısı (Rouge d'Andrinople) diye adlandırılan boyacılığı ile büyük ün kazandı. Bu al rengi taşıyan pamuklu kumaşlar da Edirne Kırmızısı diye adlandınldı.

Edirnekâri, 19. yy'ın ortalanna kadar kullanıldı ve büyük ustalar yetişti.

Şenlikler

Edirne, 16. yy'a kadar Osmanlı İmparatorluğu'nun kent şenliklerini yaptığı tek yerdi. Bu yüzyılın başından başlayarak şenlik kenti İstanbul oldu. Böyle olmakla birlikte, IV. Meh- med'in 1675'de Edirne'de şenlik düzenlettiği bilinmektedir.

Bu kentte ilk şenlik II. Murad'ın Düzmece Mustafa'yı yakalayıp öldürttüğü olay sonrasında yapıldı. II. Murad, Edirne'de Şehzadeleri Alaeddin ile Mehmed'in görkemli sünnet düğünleri şenliklerini de burada yaptırdı. 1444'de yine II. Murad, Ramazan Bayramı nedeniyle üç gün üç gece spor gösterilerinin ağırlıkta olduğu şenlikler düzenletti. 1450'deki ise, Sultan'ın oğlu Şehzade Mehmed'in Sitti Hatun'la evlenmesi nedeniyle yapılan ve yaklaşık üç ay süren şenlikti.

1457'de Fatih Sultan Mehmed'in şehzadeleri Bayezid ve Mustafa'nın sünnet düğünü şenliklerinde, spor gösterilerinin yanısıra, bilim adamlarının sohbet ve tartışmalan da yapıldı.

Bunlardan başka, 1472'de Cem Sultan ile Şehzade Abdullah'ın sünnet düğünlerinde ve 1480'de şehzadeler, Selim, Şehinşah, Mahmud, Âlem, Korkud, Ahmet ve Oğuz Han'ın sünnetlerinde şenlikler yapıldı.

Şenliklerin en unutulmazı kuşkusuz, başkent İstanbul olmasına karşın Edirne'den ayrılamayan IV. Mehmed'in (Avcı Mehmed) 1674 yılında yaptırdığı şenlik oldu. 1674'de on iki yaşında olan şehzadesi Mustafa (sonradan Sultan II. Mustafa) ve iki yaşındaki şehzadesi Ahmed'in (sonradan Sultan III. Ahmed) sünnet düğününün arkasından, on yedi yaşındaki kızı Hatice Sultan ile vezir ve müsahib Mustafa Paşa'nın evlenme düğünleri yapıldı. Ziyafet ve şenliklerle on altı gün süren sünnet düğünü ve on dokuz gün süren evlenme düğünü, Edirne kentinin tarih sayfalarına güzel anılar ekledi.

Bu şenliklerin hazırlıkları altı ay öncesinden başladı. Geçit törenindeki nahıllar, yapma bahçeler, şekerlerden yapılmış hayvan heykelleri.göz kamaştırıcıydı. Seyirlik oyunlarında ise, cambazlar, yılan oynatanlar, gölge oyuncuları, kuklacılar, gözbağcılar bütün hünerlerini gösterdiler. At yarışları, ok atıcılığı, cirit, kılıç ve güreş karşılaşmaları da günlerce sürdü.

18. yy'dan başlayarak bütün kentlerde kır gezinti alanlan ve çayırlar halkın eğlencesi için açıktı. Edirne'de ise, Meriç boyunca uzanan meyva ve sebze bahçeleri, geceleri buralara gelen halkla neşelenip renklenerek bir gezinti yerine dönüşür, Meriç'in çağıldayan sularına, insan seslerinin cıvıltıları katılırdı.

OSMANLI İMPARATORLUĞU

Osmanlı Başkentleri

İstanbul, Osmanlı'nın 3. Başkenti...

KENTİN TARİHİ

İlk yerleşim

Zaman, günümüzden yaklaşık 300 bin yıl önceydi. Küçükçekmece gölü kenarında bulunan Yarımburgaz mağarasına bu kentin ilk sakinleri yerleşti. Son buzul çağının bitiminde oluşan gölün çevresinde Neolitik ve Kalkolitik insanları yaşamlarını sürdürdü. Kazılarda, Dudullu yakınlarında Alt Paleolitik Çağ’a (100 bin yıl önce) ait aletler bulundu. Kentin kuzeyindeki Ağaçlı yakınlarında ise, Orta Paleolitik Çağ’ın ve Üst Paleolitik çağın aletlerine rastlandı. M.Ö. 5000 yıllarında Kadıköy Kurbağlıdere üzerindeki Fikirtepe’de önemli bir kültür yerleşimi vardı.

Bizantion (M.O. 660 - M.S. 324)

M.Ö. 680’de Dor akınlarının yıldırdığı Yunan yarımadasındaki Megara kentinden ve Anadolu yarımadasının Güney Ege kıyılarındaki Miletos’tan gelen öncüler, Kadıköy civarında Khalkedon’u kurdular. Diğer bir Megaralı gurup ise, kuracakları kent için Delphi Kâhini’ne yer danıştı. Kâhin onlara körlerin karşısındaki yere yerleşmelerini söyledi. Tarihi yarımadanın üzerindeki zenginliği görmeyen Khalkedonlular'ı kör olarak adlandırmıştı. M.Ö. 660’da Sarayburnu üzerinde Bizantion’un tarihi böylece başlatıldı. Khalkedonlular ve Bizantionlular birbirleriyle dostça geçinip, bastıkları sikkeler üzerine adlarını birlikte koydular.

Bizantion’un çevresine surlar inşa edildi. Denizlerle çevrili bir yarımada üzerine kurulu olması nedeniyle, deniz ürünlerinden bolca nasibini aldı. Güvenli bir limanı, tarıma elverişli bereketli toprakları ve deniz ticaret yolları üzerindeki konumu Bizantion’un çok kısa zamanda gelişip zenginleşmesini sağladı.

Pek çok istilalara uğrayan Bizantion, M.Ö. 269’da Bithynialılar tarafından yağmalanarak ele geçirildi. M.Ö. 202’de Makedonyalılar’ın tehdidinden korkarak, Bizantion Roma’dan yardım isteğinde bulundu. Bu bir anlamda da Roma’nın bu kente ilk adımıydı.

73 yılında Bizantion Roma'nın Bithynia-Pontus eyaletine bağlandı. İmparator Vespasianus kentin gelişimine katkıda bulundu. 193 yılına gelindiğinde, Roma İmparatoru Septimus Severus, Partlar’ın tarafını tutan Bizantion’u kuşatarak kenti yağmalayıp, surları da yıktırdı. Daha sonra ise surları yeniden inşa ettirip, kenti imar etti. Yeni binalarla sokakları düzenledi. Hipodrom inşaatını başlattı. 269’da kent bu defa Gotlar’ın saldırısına uğradı. Zafer kazanan Gotlar, deniz kıyısına yakın bir yere sütunlarını diktiler. 313’de Nicomedialılar kenti ele geçirdiler. Constantinus, Nicomedialılar’la yaptığı savaşı kazanarak kenti geri aldı.

Roma İmparatorluğu'nun başkenti (324 - 395)


Toprakları Batı’da okyanus kıyılarından, Doğu’da Fırat ve Dicle nehirlerine kadar uzanan Roma İmparatorluğu için, özellikle Doğu bölgesine egemen olunabilecek yeni bir yönetim merkezi aranmaya başlandı. Ve ticaret yollarının kavşağında kurulu Bizantion Roma’nın Doğu’sunun yönetim merkezi olarak seçildi. Bu yeni konumu, kentin dünya kültürü ve siyaseti içindeki önemli rolünü de belirledi.

I. Constantinus (324-337), Romalı soyluları Bizantion’a çağırarak kentin Romalı nüfusunu artırdı. Yeni başkentin konumuna yakışır bir imar hamlesi başlatıldı. Limanlar ve su tesisleri ele alındı. Kent içi su dağıtım sistemlerinin temelleri atıldı. Savunma için yeni bir sur yaptırıldı.

Septimus Severius’un başlattığı hipodrom inşaatı tamamlandı. 100 bin kişilik hipodromun genişliği 117, uzunluğu ise 480 metreydi. Orta bölümünde çevresinde arabaların döndüğü spina bulunurdu. Halkla imparatorun adeta bütünleştikleri Hipodrom’da vahşi hayvan yarışları, atletik karşılaşmalar, şenlikler ve kutlamalar gibi çeşitli eğlenceler yapılırdı. Bunların içinde en heyecanlısı havayı temsil eden Maviler, suyu temsil eden Beyazlar, toprağı temsil eden Yeşiller ve ateşi temsil eden Kırmızılar arasında yapılan araba yarışlarıydı. Hipodrom duvarlarının üzeri çok sayıda heykelle süslüydü. En önemlisi de at heykelleriydi. Kentin Latinler tarafından istila edilmesiyle bu at heykelleri Venedik’e, San Marco Meydanı'na taşındı. Hipodrom’daki (Sultanahmet Meydanı) imparatorluk sarayı (Sultanahmet Camisi’nin bulunduğu alan) ve anıtsal ibadethaneler, akropolis (Topkapı Sarayı’nın bulunduğu yer) yapıldı.

Önceleri Nea (Yeni) Roma adı ile anılan kenti, I. Constantinus kendi adıyla özdeşleştirdi. Adı artık Constantinopolis’ti (11 Mayıs 330).

Yine aynı yıl Forum Constantinus (Çemberlitaş Meydanı) yaptırıldı. Roma’daki Apollon Tapınağı’ndan getirilen yüksek sütunun üzerine tunçtan yapılmış Constantinus’un heykeli konuldu. Yüksekliği 35 m. olan sütun çeşitli zamanlarda değişik nedenlerle zararlar gördüğünden, ayakta kalması için üzerine demir çemberler geçirildi ve bu nedenle adı Çemberlitaş’a dönüştü.

I. Constantinus, Doğu Roma İmparatorluğu’nun yol ağının başlangıç noktasını Milion Taşı ile belirledi. Bu yolların ve kıtaların kavşağındaki kente Rusya’dan, İran ve Mısır’dan, Avrupa’nın en uç köşelerine kadar pek çok ülkeden her tür tüccar gelirdi.

Hıristiyanlık, Hazreti İsa’nın yaşamını kişiliğini ve tanrısal görevini esas alan bir din halini almaya başladığında; kilise kavramı da doğdu. Kilise, Yunanca toplantı anlamına gelen “Eklesia” sözcüğünden türemiş bir kavramdı. Bizans’ın en eski kiliselerinden olan Aya İrini, bugünkü biçimini I. Constantinius zamanında aldı. Kutsal Barış Kilisesi Aya İrini, Ayasofya’nın yapımından önce patriklik kilisesi görevini yaptı. İstanbul’un fethinden sonra bir dönem Topkapı Sarayı’nın dış avlusunda yaşayan yeniçeriler tarafından silahhane olarak kullanıldı. 19. yy’da ise Türkiye’nin ilk askeri müzesi burada açıldı.

Bizans sanatının ve Doğu kiliselerinin en büyük eseri olan Ayasofya da, kente adını veren I. Constantinus tarafından ilk kez 360’da yaptırıldı. Constantinopolis patriği, Ortodoks mezhebinde kilisenin başı olmakla birlikte tüm yetkileri elinde tutan imparator karşısında hiçbir zaman tam bir bağımsızlık kazanamadı.

Gittikçe görkemi artan ve nüfusu yükselen kentin mevcut alt yapılarını geliştirmek gerekiyordu. Su ihtiyacını karşılamak üzere 375 yılında İmparator Valens (364-378), iki tepe arasına 1000 m.’lik Valens Su Kemeri’ni inşa ettirdi. Kentin dışındaki Belgrat Ormanları’ndan gelen su, bu kemerle iki tepe arasındaki vadiden aşırılarak, Büyük Saray çevresine aktarıldı.

Kenti çevreleyen surlar, kurucusu Bizas’tan başlayarak çeşitli dönemlerde çeşitli genişlikte alanları kaplamıştı. Surlar, 10 m. derinliği, 20 m. genişliği olan bir hendekle çevriliydi. Hendeğin arkasında önce ilk duvar, sonra üzerinde 96 burç olan ikinci duvar vardı. Surlarda halkın girip çıktığı kapılar ve askeri kapılar bulunmaktaydı. Kent, korunması açısından Haliç girişine çok hakim bir konumda olduğundan, Haliç surlarının çok fazla dayanıklı olması gerekmiyordu. Marmara Denizi tarafında, uzunluğu 8260 m. olan Marmara Surları vardı. Üzerinde bugünkü adlarıyla; Ahırkapı, Çatladıkapı, Samatya Kapısı, Narlıkapı bulunmaktaydı. Kara surları 5632 m. uzunluğundaydı. Üzerinde yine bugünkü adlarıyla; Belgrad Kapısı, Silivrikapı, Mevlevihane Kapısı, Topkapı, Edirnekapı, Eğrikapı, Yedikule Kapıları vardı. Bizanslılar’ın Porta Aurea (Altın Kapı) diye adlandırdığı ve 390 yılında I. Theodosius (379-395) tarafından yaptırılan üç kemerli kapı (Yedikule Kapısı) en şatafatlı olanıydı. Kapının üzerinde çift başlı Bizans kartalı kabartması vardı. Zaferden dönen imparatorlar buradan geçerlerdi. Son derece sağlam olan İstanbul surları 1204’de Latin istilasında ve 1453’de İstanbul’un fethinde olmak üzere iki kez aşılabildi.

Roma dünyada etkin bir rol oynamaya başladığında, İmparator I. Theodosius Mısır’dan İstanbul’a 390’da bir dikilitaş getirdi. Firavun II. Tutmosis tarafından M.Ö. 1500’de yaptırılan bu Mısır obeliski, Teb şehrindeki Luxor mabedinin kapısını süsleyen iki sütundan biriydi. Üzerinde bulunan hiyerogliflerde, Mısır firavunu Tutmosis’in tanrı Amon-Ra’ya sunduğu kurbanlar anlatılmaktaydı. Constantinopolis’te spinanın üzerine dikilen taşın dört köşe mermer blok kaidesinin üzerinde, Theodosius’un hipodromdaki yarışları izleyişi ve taşın dikilişi ile ilgili kabartma resimler bulunmaktaydı.

Delphi’deki Apollo Tapınağı’ndan getirilen ve üç yılanın birbirine dolandığı sütun da spinanın üzerinde bulunmaktaydı. Bronz anıt, Palatea savaşında öldürülen Pers askerlerinin eritilen kalkanlarından yapılmıştı. Üç yılanın başları üzerinde bir altın kazan bulunduğu, kazanın ve aynı meydanda bulunan ve Örmetaş adıyla bilinen sütunu kaplayan bronz levhaların Latin işgali sırasında eritilerek sikke basımında kullanıldığı söylenmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti (1453 - 1923)

"İstanbul mutlaka feth olunacaktır,
Onu alacak komutan ne iyi komutan
ve onun askerleri de ne iyi askerdir "
(Hadis)

29 Mayıs sabaha karşı yapılan taarruzla Topkapı'daki kara surları yıkıldı. Aynı gün, II. Mehmed at üzerinde kente girerek, Ayasofya'da namaz kıldı. Osmanlı töresine uygun olarak şehrin katedrali olan Ayasofya Kilisesi camiye çevrildi. Havariler kilisesi ve diğerleri ise Hıristiyanlara bırakıldı. Constantinopolis'in fatihi II. Mehmed artık "Fatih Sultan Mehmed" olarak tarihe geçecekti.

Ayasofya ile Hipodrom arasında bulunan eski Bizans Sarayı 1204'deki Latin işgali sırasında yıkılıp yağmalanmış ve kullanılamaz hale gelmişti. Bu nedenle de Bizanslılar kara surlarının Haliç'e ulaştığı yerde bulunan Blakhernai Sarayı'na yerleşmişlerdi. Fatih'in kenti almasından sonra Beyazıt'ta bir kale kurularak Osmanlı'nın ilk saray inşaatına başlandı. Kalenin hemen altında büyük çarşı kuruldu.

Bizans'ın son dönemlerinde görkemini yitirmiş olan kentte, öncelikle eskiden kalma binalar ve surlar onarılmaya başlandı. Bizans altyapıları üzerinde Osmanlı'nın temel kurumlarının binaları yükselmeye başladı. Büyük su sarnıçlarının da korunması sağlandı. Osmanlı kimliğine uygun bir gelişme gösteren İstanbul artık imparatorluğun başkenti idi.

Bizans'ı terkedenler geri dönmeye başladılar. Fetih öncesi dönemden kalanlarla birlikte, Anadolu'nun değişik yörelerinden gelenler, çeşitli milletler, çeşitli dinler kentte bir renklilik yarattılar. Nüfusu böyle bir renkliliğe dönüşen İstanbul'da göç edenlerin getirdiği yerel kültürler şehrin dokusunu zenginleştirdi.

Kenti bezeyen Osmanlı üslubu yapılaşma

Yalnızca sultanlar ve aileleri tarafından yaptırılabilen ve birden fazla min****i olan camilere sultanın çoğulu olan "selatin" camileri denilirdi. İstanbul'un ilk selatin camisinin yer aldığı Fatih Külliyesi bütünüyle simetrik bir düzen içinde şehrin merkezine yerleştirildi. Cami, medrese, tâbhane, darüşşifa, çarşı ve hamamdan oluşan külliyenin mimarı Atik Sinan'dı. İstanbul'a külliyeler ve büyük camilerle birlikte, hanedan mensupları ve devletin ileri gelenleri, vezir camileri denen küçük külliyeler yaptırdılar.

668 yılında Emevilerce gerçekleştirilen İstanbul kuşatmasında Eyyub el-Ensari şehit düşmüştü. 1459'da Fatih Sultan Mehmed tarafından Eyyub el-Ensari adına yaptırılan Eyüb Sultan Camisi, medrese, imaret ve hamamı ile birlikte bir külliye oluşturdu. Osmanlı hükümdarlarının kılıç kuşanma törenleri bu camide yapıldı.

1472'de başlatılan Topkapı Sarayı inşaatı, 1478'de tamamlandı. Daha sonraları, dönem sultanları tarafından yeni bölümler eklenen sarayın ilk girişi Bab-ı Hümayun'dan, darphane ve nakkaşhanenin de bulunduğu birinci avluya, diğer adı ile Alay Meydanı'na girilirdi.

Avlunun sonunda ikinci avluya ya da diğer adıyla Divan Meydanı'nâ açılan Babüsselam yani ana giriş vardı. Hastane, fırın, silâhhane binaları buradaydı. Avlunun sol tarafında ahırlar, sağ tarafı boyunca uzanan mutfak binaları vardı.

Daha sonra sarayın özel bölümlerine açılan Babüssaade'ye geçilirdi. Kapının hemen karşısında Divan üyelerinin, yabancı elçilerin kabul edildiği arz odası vardı. Arz odasının hemen arkasında 18. yüzyıl'da yapılan Enderun binaları bulunmaktaydı. Hırka-i Saadet Dairesi'nde peygamberden ve ilk halifelerden kalan eşyalar bulunurdu. Sarayın dördüncü avlusunda değişik sultanların yaptırdıkları Bağdat, Revan, Sofa, Mecidiye köşkleri bulunmaktaydı. Osmanlı sultanları 400 yıl kadar Topkapı Sarayı'nı ülkenin yönetim merkezi olarak kullandılar. Bu kadar uzun zaman değişik sultanlar tarafından kullanılması nedeniyle de saray sürekli değişim gösterdi.

Fatih'ten sonra gelen Sultan II. Bayezid (1481-1512), kentin merkezi bir yerinde, 1500-1505 yılları arasında Bayezid Külliyesi'ni yaptırdı. Yerleştirilişi, mimarisi, süslemesi ve çeşitli ek binaları bakımından Türk mimari tarihinin önemli halkalarından birini teşkil eden külliyenin mimarlarının Kemaleddin ve Hayreddin oldukları sanılmaktadır. Külliye, üzerinde bulunduğu araziye göre serpiştirilen; cami, türbe, imaret, sıbyan mektebi, tâbhaneler; medrese, hamam ve kervansaraydan oluşmaktaydı. Caminin içi kare olup, ortadaki büyük kubbe ve bu kubbeyi esas eksen üzerinde destekleyen iki yarım kubbe ile örtülüydü ve avlusu dışarıya üç kapı ile bağlıydı.

Caminin revak kemerleri beyaz ve kırmızı mermerden yapıldı. Mihrap, minber, müezzin mahfili ve giriş duvarları ile kadınlar bölümü özenli bir taş işçiliğine sahip olan caminin, kapı ve pencere kanatları da devrinin en önemli ahşap işçiliğine birer örnekti.

I. Selim (1512- 1520), 1517'de Mısır Seferi dönüşünde kutsal emanetleri getirip halife unvanını aldı ve İstanbul İslamiyet'in merkezi haline geldi.

Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566), Mimar Sinan'ın sonradan "çıraklık işim" dediği hem Haliç'i hem Marmara'yı görecek biçimde Şehzade Camisi yapıldı. Sinan'ın inşa ettiği bu ilk selatin külliyesi; cami, medrese, tâbhane, ahır, mektep, imaret ve Şehzade Mehmed'in türbesinden oluşmaktaydı. Kanuni Sultan Süleyman bu camiyi, Şehzade Mehmed'e adadı.

1522'de Sultan Selim Camisi yaptırıldı. Külliye, Sultan I. Selim'in türbesi, cami, imaret, medrese ve darüşşifadan oluşmaktaydı.

Artık Osmanlı'nın yeni başkenti, Mimar Sinan'ın yapılarıyla kişiliğini kazanmaya başlamıştı. Mihrimah Sultan Camisi, Üsküdar Meydanı'nda Kanuni Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan tarafından 1548'de yaptırıldı. Külliye; cami, medrese, misafirhane, ahır, kiler, ambar ve bir handan oluşmaktaydı. Mimarı yine Sinan'dı. Caminin iç mekânındaki iki filayağı dört yapraklı yonca biçiminde tasarlandı.

Sinan'ın "kalfalık dönemi" eserlerinden olan Süleymaniye Camisi 1557'de yaptırıldı. Cami, Sinan'ın dehası ile Kanuni'nin gücünü simgeler gibiydi. Büyük kubbeli mekân tasarımında Osmanlı camilerinin gelişme çizgisini göstermekteydi. Camideki kalabalığın nefesi ve yanan kandillerin mumlarının isi nedeniyle kirlenen havasını temizlemek için, giriş kapısı üzerinde bir oda bulunmaktaydı. Bu oda kirlenen havayı alıp dışarı veren ve temiz havayı çeken bir yer olduktan başka, tavanında camide yanan bütün kandillerin ve mumların isleri toplanır, bu isten yapılanın en iyi mürekkep olduğu söylenirdi.

III. Murad'ın (1574-1595) annesi Nurbanu Valide Sultan tarafından, 1570-1579 yılları arasında Atik Valde Camisi yaptırıldı. Külliyenin tasarımı Mimar Sinan'ındı. Külliye; cami, medrese, tekke, sıbyan mektebi, darülhadis, davilkurra, imaret, darüşşifa ve hamamdan meydana gelmekteydi. Camiyi kuzey, doğu ve batı taraflarından kuşatan şadırvan avlusuna dört kapıdan girilmekte, en önemli çini süslemeler mihrabın yan duvarlarında yer alan iki panoda bulunmaktaydı. Ahşap kapı ve pencere kanatları sedef ve fildişi kakmalarla bezendi.

Üsküdar sahilindeki Şemsi Paşa Camisi 1580'de Şemsi Ahmed Paşa tarafından yaptırıldı, mimarı Sinan'dı. Mimar Sinan'ın külliyeleri içinde en küçüğü olan ve klasik Osmanlı üslubuna göre inşa edilen külliye; cami, türbe ve medreseden oluşmaktaydı.

Atmeydanı'na Osmanlı döneminde katılan en güzel anıt kuşkusuz Sultanahmet Camisi'ydi. Dünyada tek altı min****i olan bu cami, I. Ahmet (1603-1617) tarafından, 1609 ile 1616 yılları arasında Mimar Sedefkar Mehmet Ağa'ya yaptırıldı. Caminin doğuya bakan tarafına arasta, kuzeyine ise hünkar kasrı yapıldı. Mimari başarısından çok, İznik'in son parlak dönemine ait çiçek ve ağaç motifli çinileriyle ün yaptı.

1349'da yapılan Galata Kulesi, Galata bölgesindeki eski Ceneviz Surları'nın kuzeyini işaretlemekteydi. O zamanlar "İsa Kulesi" adıyla anılıyordu. Şehrin korunması amacıyla yapılan bu kule, Osmanlı döneminde bir nevi hapishane olarak kullanıldı. Daha sonra da yangın kulesi olarak kullanılmaya başlandı. 17. yy'da, IV. Murad (1623-1640) zamanında Hezarfen Ahmet Çelebi adlı bir kişinin, kendi yaptığı kanatlarla buradan uçarak, karşı kıyıdaki Üsküdar’a konduğu bilinmektedir.

IV. Mehmed (1649-1687) döneminde, 1660'da Mısır Çarşısı yapıldı. Yarım kalan Yenicami 1661 yılında bu defa Hatice Sultan tarafından ele alındı ve 1663'de ibadete açıldı. Caminin inşaatına, III. Mehmed'in annesi Safiye Sultan adına yapılmak üzere 1597'de başlanmıştı. Mimarı Davud Ağa'nın ölümünden sonra Mimar Dalgıç Ahmed Ağa inşaatı 1603 yılına kadar sürdürmüştü. 1603 yılında tahta geçen I. Ahmed döneminde Yenicami'nin inşaatı durdurduruldu. Bu arada I. Ahmed kendine Sultanahmet'te bir cami inşaatına başlatmıştı.

Dört yüzünde birer çeşme, dört köşesinde de birer sebil bulunan ve 18. yüzyıl başlarında- ki Barok üsluplu meydan çeşmelerinin en çarpıcı örneklerinden biri olan çeşme, Sultan III. Ahmet (1703-1730) tarafından yaptırıldı. Topkapı Sarayı'nın Bab-ı Hümayun kapısının dışında sağ tarafta bulunan bu çeşme Sultan'ın adıyla anılacaktı.

Hipodrom, çeşitli cirit oyunları ve şehzade sünnet düğünlerinin yapıldığı Atmeydanı'na dönüştü. Bir zamanlar meydanın en güzel anıtlarından olan üzeri bronz levhalarla kaplı Örmetaş, bu levhaların Latin işgali sırasında eritilerek sikke basımında kullanılmasıyla artık soyulmuş bir sütun görünümündeydi. Pek ilginç görünmeyen bu sütuna tırmanılarak cambazlık gösterileri yapıldı. Eski Spina artık başka anlayışta gösterilere tanık olmaktaydı.

1755'de, I. Mahmud (1730-1754) tarafından Kapalıçarşı girişine mihrap çıkıntısı poligonal biçimde olan ve o zamana kadar yapılan camilere üslup olarak pek benzemeyen Nuruosmaniye Camisi yaptırıldı. Külliye; cami, imaret, medrese, kütüphane, türbe, sebil, çeşme ve dükkânlardan oluşmaktaydı.

1763'de III. Mustafa (1757-1774) tarafından Laleli'de yaptırılan külliye; cami, imaret, çeşme, sebil, türbe, han, medrese, muvakkithane, imam ve müezzin konutları ve dükkânlardan oluşmaktaydı. Mimarının Hacı Mehmed Ağa olduğu sanılmaktadır.

Osmanlılar'ın Dersaadet'i

19. yy'da Osmanlı İmparatorluğu başkentinin nüfusunu, Müslüman Türkler, Ortodoks Rumlar, Gregoryan ve Katolik Ermeniler, Museviler, Levantenler ve yabancı kolonilerden kişiler oluştururdu.

Bu yüzyıl, imparatorluğun yenilenme dönemi oldu. Yenilenme hareketlerinden en fazla nasibini alan kuşkusuz başkentti. "Batılılaşma" diye de adlandırılan bu dönemde, askeri, ekonomik ve sosyal alanlarda Avrupa'dan getirilen uzmanlara önemli görevlerde etkin roller verildi. Ordunun çeşitli kademelerinde Alman, İsveçli, İngiliz ve Fransız paşalar görevlendirildi. Osmanlı sultanları kılık kıyafetlerinde değişiklikler yaparak kavuk, kaftan ve şalvar yerine, Avrupalı hükümdarlar gibi, yandan şeritli pantolonlar giymeye başladılar. Başlarına koyu kırmızı fesler taktılar. Değişiklikler kültür ve sanat alanlarında da belirginleşti. Batı tarzı resim ve mimariyle birlikte, müzikte de yine Batı enstrümanları kullanılmaya başlandı.

II. Mahmud'un saltanat yılları (1808-1839), bu yenilenme hareketlerinin en yoğun olarak başladığı dönemdi. 1824'de imparatorluktaki ilk gazete "Smyrnéen" İzmir'de yayımlanmaya başladı. Yeniçeri Ocakları adı ile bilinen Osmanlı ordusunun artık imparatorluğu savunacak gücü olmadığına inanan II. Mahmud, yeni ve modern bir ordu kurmak için harekete geçti. İstanbul'da bulunan 51 Yeniçeri Ocağı'nın her birinin en yetenekli 150 kişisinden Eşkinciyan Ocağı kurulacaktı. Bunu duyan Yeniçeriler, 4 Haziran gecesi isyana başladılar. İsyancı grupları kente yayıldı. Çeşitli yağmalar yapıldı. Ancak halkın yeni bir ordu kurulması konusunda Sultan'dan yana olduğunu anlayan yeniçeriler, kışlalarına çekildiler. Sultanın askerleri kışlanın çevresini sardılar ve top ateşi ile tüm isyancıları öldürüp, kışlayı ateşe verdiler. 15 Haziran 1826'da, 465 yıllık Yeniçeri Ocağı'nın kaldırıldığı bu olaya Vaka-i Hayriye adı verildi. Yerine yeni ve modern bir ordu kurulması için çalışmalara başlandı.

19. yy'ın selatin camilerinden Nusretiye Camisi Sultan II. Mahmud tarafından 1826'da mimar Kirkor Amira Balyan'a yaptırıldı. Taş avlusunda 12 çeşmesi bulunan şadırvanı, 10 ince sütun üzerine sivri bir külahla kapatılmıştı.

Yelkenli gemiler yerine ilk buharlı gemiler ve yandan çarklı vapurlar sefere kondu. Aşağı yukarı bütün konutları ahşap olan İstanbul'da yangın en önemli felaketlerden biri olarak süregelmişti. 1828'de ünlü mimarlar Balyan Ailesi'ne 50 m. yüksekliğinde Beyazıt Yangın Kulesi yaptırıldı.

Pera ile İstanbul arasında ilk köprü 1836'da inşa edildi. Planlarını Kaptanpaşa Ahmet Fevzi'nin çizdiği köprü, birbirine bağlı sallar üzerine oturtuldu. Parasız geçildiğinden "Hayratiye" diye adlandırıldı.

İlk kez resimlerini devlet dairelerine astıran Osmanlı sultanı da II. Mahmud oldu. Ayrıca kendi resmini taşıyan bir nişan hazırlatarak, Tasvir'i Hümayun adı verilen bu nişanı, en sadık bildiği devlet erkanının boyunlarına kendi eliyle taktı. Ancak bir süre sonra bazı tutucular her tarafta resmin dine aykırı olduğunu yayarak halkı kışkırtmaya başladılar. 1839'da Sultan Mahmud'un ölümünden sonra bu resimlerin üstü perdelerle kapatıldı. Daha sonraları halk resim ve hatta fotoğrafa alışmaya başladı.

Henüz tahta yeni çıkmış olan Sultan Abdülmecid'in (1839-1861), halka yeni reformlar vaadettiği, Mustafa Reşid Paşa tarafından kaleme alınan ve yine onun tarafından Gülhane bahçesinde okunan Tanzimat Fermanı (ya da Gülhane Hatt-ı Hümayunu) 3 Kasım 1839'da ilan edildi.

1847'de Beylerbeyi Sarayı'nın yerindeki büyük ahşap sarayda, bizzat Abdülmecid'in önünde İmparatorlukta ilk telgraf denemesi yapıldı ve Sultan, kurulan bu hattan ilk mesajı kendisi gönderdi. Bu denemeden sonra da Edirne'ye kadar uzanan bir telgraf hattının kurulmasını istedi.

1850'de, Şirket-i Hayriye kuruldu. Böylece, Boğaz'ın Asya ve Avrupa iskeleleri arasında ve Adalar'a düzenli vapur seferleri başladı.

Hazret-i Muhammed'in Veysel Karani'ye hediye ettiği hırkanın muhafazası ve ziyaret edilmesi için 1851'de Sultan Abdülmecid tarafından, ampir üslubundaki Hırka-i Şerif Camisi yaptırıldı.

1853'de Boğaz'ın Avrupa yakasında en güzel kıyılarından birinde, Neobarok üslupta Ortaköy Camisi mimar Nigoğos Balyan'a yaptırıldı. Aynı yıl, Osmanlı, Fransız ve İngilizler, Ruslar'a karşı Kırım Savaşı'na girdiler.

İstanbul'un başkent oluşundan beri yönetim yeri olarak kullanılan Topkapı Sarayı, 1853'de yerini Dolmabahçe Sarayı'na bıraktı. Batı mimari etkilerinin görüldüğü eklektik bir yapıya sahip Dolmabahçe Sarayı'nın mimarları Balyan Ailesi'ydi.

Abdülmecid'in annesi Bezmialem Valide Sultan tarafından başlatılıp, ölümü üzerine Abdülmecid tarafından tamamlanan ve tasarımı Garabet Balyan'a ait olan Ampir üslubunun 19. yy ortasındaki son örneklerinden Dolmabahçe Camisi 1855'de ibadete açıldı.

Boğaz'ın Asya kıyısında, Eaux douces d'Asie (Sweet Waters of Asia) denilen bölgenin yakınına Abdülmecid'in başmimari Nigoğos Balyan tarafından Küçüksu Kasrı yapıldı. Buluşlar yüzyılı olarak başlayan 19. yy'ın. ikinci yarısında tüm dünyada büyük ticaret ve endüstri sergileri modası başlamıştı. Fuarlarda üreticilere mallarını sergileme olanağı sağlanıyor ve buralar en son buluşların sunulduğu alanlar oluyordu. Abdülaziz'in (1861-1876) saltanatının başlangıç yıllarında ilk Osmanlı ticaret sergisi "Sergi-i Umum-i Osmanî" Sultanahmet'de açıldı (1863). Türk kahvesi, askerlik, mimarlık ve güzel sanatlara yer verildi. İpek böcekçiliği ve ipek ürünleri gösterildi. Sergi, haftanın iki günü kadınların ziyaretine açık tutuldu. Aynı yıl Abdülaziz Kahire'yi ziyaret etti.

1865'te eski ahşap sarayın yerine mimar Sarkis Balyan'a Beylerbeyi Sarayı yaptırıldı.

21 Haziran 1867'de ilk kez bir Osmanlı sultanı yurt dışı gezisine çıktı. Abdülaziz'in Sultaniye yatı önce Toulon'a ulaştı. Sonra trenle Paris'e geçildi. Daha sonra İngiltere. Dönüş yolu Belçika-Koblenz-Prusya-Viyana-Budapeşte üzerindendi ve 7 Ağustos 1867'de İstanbul'a varıldı.

1871'de planı Nigoğos Balyan'a, uygulaması Sarkis ve Agop Balyan'a ait olan Çırağan Sarayı yaptırıldı. Daha sonra, Ayazağa'da Maslak'ta av kasırları inşa edilerek, 1869 yılında Aksaray'da, Sultan Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Valide Sultan tarafından inşaatına başlanan Valide Camisi 1871'de tamamlandı. Cami, mektep, türbe, müvakkithane ve sebilden oluşan külliyenin mimarı Sarkis Balyan'dı. Caminin kütlesi ve cepheleri bezeme bolluğu ve çeşitliliği ile 19. yy'daki diğer camilerden farklı biçimde düzenlendi. İç mimarisi de Neogotik düzenlemelerle yapıldı.

Atlı Tramvay Şirketi'nin ve Tünel-Karaköy arasında metronun çalışmaya başlaması kentin ulaşımına yeni araçlar kattı.

II. Abdülhamid (1876-1909) tahta geçtiği yılın Aralık ayının 23'ünde I. Meşrutiyet'i ilan etti. Kısa bir süre için bile olsa Osmanlı Devleti'ni meşruti krallık haline getiren anayasa yürürlüğe girdi. Üç ay sonra meclis dağıtılarak anayasa yürürlükten kaldırıldı.

Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi) kuruluşunda da çalışmaları olan Osman Hamdi Bey'in çabalarıyla, Mimar Vallaury tarafından yapılan Arkeoloji Müzesi açıldı. Fotoğrafçılara ülkedeki olayları ve temel kurumları belgeleme görevini veren Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı'da fotoğrafın en büyük koruyucusu ve destekleyicisi oldu. Diğer devlet başkanlarına, ülkenin propogandasını yapmak amacı ile albümler gönderdi.

Beşiktaş sahilinin kuzeybatısındaki alan, Bizans döneminde orman bölgesiydi. Bölge, Kanuni Sultan Süleyman döneminden başlayarak padişahlar için bir avlanma yeri oldu. Daha sonraki yüzyıllarda ise sahil saraylarının arkasında koruluk olarak kaldı. Bu araziye, 19. yy'ın başında Sultan III. Selim tarafından annesi Mihrişah Valide Sultan için bugün mevcut olmayan bir kasır yaptırıldı. 1834'de bu defa Sultan II. Mahmud tarafından Yıldız adı verilen köşk yaptırıldı. 1842'de Sultan Abdülmecid, annesi Bezmialem Valide Sultan için bir köşk daha inşa ettirdi. Yıldız Sarayı'nın asıl gelişmesi 19. yy'ın ikinci yarısında Sultan II. Abdülhamid döneminde başladı. Sarayın geniş arazisinde bulunan büyük mabeyn, Şale ve Küçük Şale Köşkü, Malta ve Çadır Köşkleri'nin projeleri Sarkis ve Agop Balyan'ındı. Kış bahçeleri ve seralar, nöbetçi pavyonu, Harem Köşkü, Yaveran Köşkü, ahırlar, tiyatro, sergi binası projesi ise d'Aronco'nun imzasını taşımaktaydı. 1896'da saray görevlileri için 92 binalı Akaretler Vakfı Evleri yaptırıldı.

1908'in Temmuz ayının 23'ünde II. Meşrutiyet ilan edildi. Haydarpaşa Garı'nın açıldığı 1909 yılında ise, II. Abdülhamid tahttan indirilmiştir.

Bu yazıya Not Ver !


Get your own Chat Box! Go Large!

Nickinizi Değiştirmek için Kendi Nickinize Tıklayın !!!

Film izle komedi komik