Rönesans devrinde geniş kitlelere yönelik Osmanlı/Türk karşıtı oldukça büyük bir literatürün oluştuğu biliniyor. Bu literatürde Osmanlılar/Türkler Hıristiyan dünyayı tehdit eden büyük bir tehlike olarak tasvir edilmekteydi. Siz bu literatürün yanı başında, esas olarak seçkinlere hitap eden ve Türkleri kâh Truvalılarla kâh Romalılarla ilişkilendiren bir edebiyata dikkat çekiyorsunuz. Bu iki literatür nasıl oldu da bir arada varolabildi? Bunların ve özellikle de ikincisinin kapsam, içerik ve hedeflerinden bahsedebilir misiniz?
Avrupalıların Türk olarak tanıdığı Osmanlıların, 16. yüzyılda Hıristiyan Avrupa için ciddi bir tehlike oluşturdukları bir gerçektir. Aslında, bugünkü Avusturya topraklarına ve Venedik yakınlarına akınlar yapan, İtalya'nın güneyinde Otranto'yu fetheden, Korsika'ya, Balear Adaları'na, Nice kentine asker çıkaran Osmanlı ordusu ve donanmasına karşı bir propagandaya girişilmesi olağandır. Matbaanın icadından 16. yüzyılın sonuna kadar bu konuda, çoğu tek ya da birkaç sayfalık broşürler olmak üzere binlerce yayın yapılmıştır. Bunların amacı kamuoyu oluşturmak, Avrupalıları Türklere karşı yüreklendirmek ve aynı zamanda Türklerin etkisinden kurtarmaktır. Çünkü unutmayalım ki bu dönemlerde Osmanlı topraklarından batıya doğru göç edenlerden çok daha fazla insan, Avrupa'dan Osmanlı'ya akmış ve bu akış da yalnızca zorunluluk dolayısıyla olmamıştır. Bu göç Yahudilerle sınırlı kalmamış, çok sayıda Hıristiyan da daha fazla iş ve servet olanağı sunan Osmanlı tarafına geçmiş ve bunların bir bölümü de Müslüman olmuştur. Örneğin Osmanlı ordusu, 1526'da, Mohaç savaşı ve Macaristan Krallığı'nın yıkılması ile sonuçlanan sefere hazırlanırken, Venedik ajanlarının gönderdikleri raporlar çok karamsardır. Bunlardan biri: "Böyle giderse sonunda hepimiz Türk (yani Müslüman) olacağız" diye yazar ve ekler "Burada genç kızın tanesi birkaç akçeye satılır", yani her şey o denli kötü değildir! Esasında Türk karşıtı Avrupa literatüründe çoğu zaman, ötekinin cazibesine kapılma endişesi sezilir.
Seçkinler, karar vericiler ise, duygulara ve özellikle dine hitap eden bu yayınların dışında Türklerin başarılarının nedenlerini anlamaya ve buna karşı önlem almaya çalışıyordu. Bunlara, Osmanlı devletinin tarihi, kaynakları ve yönetim sistemi konusunda bilgiler gerekliydi. Sonuç olarak Rönesans boyunca seçkinler için ayrı, halk için ayrı iki tür Türk literatürü oluşur. Bunun en iyi örneği "Türkler Romalıların mirasçısı mıdır?" başlıklı yazıda sözünü ettiğim Francesco Sansovino'dur. 1571'de, yeni bir Osmanlı-Venedik savaşının ortasında, Kıbrıs'ın alınmasından birkaç ay sonra ve İnebahtı deniz savaşından birkaç ay önce, yayımlamış olduğu Annali Turcheschi'de Türkleri Romalıların mirasçısı ilan eden yazar, aynı yıl içinde Türklere karşı savaşan Venedik askerini yüreklendirmek için iki de broşür basar ve popüler anti-Türk literatürünün iki ana temasını işler. Birincisi "exhortatio" (teşvik, yüreklendirme) türündendir, "prophetia" (kehanet) türünden olan ikincisi ise Türklerin yakın yenilgisine işaret eden "haber"lerden söz eder. Burada Sansovino, "İskit ülkesinin dibindeki mağaralardan çıkmış olan Türkler, ancak Doğu halklarının korkaklığından, Rum imparatorlarının anlaşmazlıklarından ve Batı Hıristiyanlarının kavgalarından, yani kendi yanlışlarımızdan dolayı büyümüşlerdir" diye yazar. Görüldüğü gibi, burada Romalılara ya da Truvalılara atıf yoktur ve dönemin yazarlarının Türklerin kökenini gayet iyi bildikleri de açıktır. Dolayısıyla Rönesans aydınları arasında "Türk dostu" ya da "Türk düşmanı" diye bir ayrım yapmanın söz konusu olmadığı, ancak iki farklı amaç taşıyan iki tür literatürün varolduğu anlaşılır. Aynı zamanda alıntısını yapmış olduğum cümlede alışılmış bir motif daha işlenir. Dindar okuyucunun "Nasıl olur da Tanrı bize karşı kâfirlerin üstünlüğünü sağlar" diye kafasında belirebilecek şüpheyi gidermek için kullanılan her zamanki gerekçe "yanlışlarımızdan ya da günahlarımızdan dolayı Tanrı'nın bize verdiği ceza" olmuştur. Ancak bu sav aynı zamanda iki tür Türk literatürünün ortak paydasıdır. Çünkü halktan biri "Günahımız neydi de Tanrı bize Türkleri saldı" derken seçkinler "Nerede yanlış yaptık da yenildik" diye sormaktadır.
Sansovino ve benzerlerinin bu soru karşısındaki tutumları, Romalılar ile Türkler arasında etnik bir bağ kurmak değildir. Romalıları dünya hâkimi yapan disiplini ve askeri gücü Osmanlılar kendilerine mal etmişlerdir, bundan dolayı Osmanlılar Roma İmparatorluğu'nun manevi mirasçısı olmak üzeredir diye yazarlar. Bu ifade aynı zamanda bir özeleştiridir.
François Hartog Herodot'la ilgili çalışmasında "Başkalık retoriği esas olarak bir tercüme işlemidir: Amacı, başka'yı aynı'ya geçirmektir" der. Bu çerçevede Osmanlılara ilişkin Truva ya da Roma yakıştırması ötekiyi kendi düşünce dünyasında anlamlandırıp "Batı"nın tarihsel/kültürel ve ideolojik algılamaları içerisinde tasnif edip tanımlama çabası olarak değerlendirilemez mi? Söz konusu olan "öteki"yi tanımlamaya ilişkin genel stratejinin bir örneği olarak düşünülebilir mi?
Doğrudur, ancak başka parametreler de vardır. Romalıların, Vergilius'un Aineiad'ıyla doruğa ulaşan kendilerini Truvalıların mirasçısı olarak görme eğiliminin ortaçağ ve Rönesans Avrupa'sında çok sayıda taklitçisi olmuştur. Özellikle Fransız krallarının ve daha birçok soylu Avrupa ailesinin Truvalılardan geldiği savunulmuştur; yani bir halkın ya da bir soyun atalarını Truvalılara bağlamak dönemin alışılmış bir yöntemidir. Bunun amacı, söz konusu grubu Romalılarla eşitlemek ve dolayısıyla değerlendirebilmekti. Bu durumda neden Türklere de aynı işlemin uygulandığını sorabiliriz. Bunun söz konusu yazıda ve yukarıda anlattıklarımdan başka bir yanıtı da olabilir. Türklere Truvalı-Romalı benzetmesi yapan yazarların İtalyan ya da Fransız olduğunu görüyoruz. Bu benzetmeyi yapmakla onları, Roma İmparatorluğu'nun ve evrensel bir iktidar olarak algılanan imparatorluk kavramının mirasçısı -ya da mirasçı adayı- olarak görüyorlar. Oysa o dönemde Roma İmparatorluğu'nun resmi ve tescilli mirasçısı Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, yani Almanya'dır. Böylece özellikle Fransız yazarlar için Türkleri imparatorluğa layık görmek aslında Almanlara karşı tavır almaktır ki I. François ile Kanuni döneminden beri başlayan Osmanlı-Fransız dostluğu da özellikle Almanya'ya karşıdır.
Bu konuda Kanuni'nin tutumu farklı değildir. 1547 tarihinde I. Süleyman ile Charles Quint arasında imzalanacak ilk anlaşma öncesi uzun müzakerelerde Osmanlı tarafı Charles Quint'in imparator unvanını kabul etmemekte ısrar etmekte, onu yalnız İspanya kralı olarak tanımaktadır. Dönemin Alman literatürü ise Roma ve Bizans imparatorlarının silsilelerini ve portrelerini verdikten sonra Alman imparatorlarına geçen imparator albümleri düzenler. Böylece Türklerin Truva ya da Roma kökeni, tarih meraklısı Rönesans aydınlarının edebi bir yakıştırmasının ötesinde, dönemin politikasının ve iktidar ideolojilerinin bir parçası haline gelir.
Osmanlıların bahsettiğiniz Truva ve Roma yakıştırmalarından haberdar olduğu söylenebilir mi? Özellikle II. Mehmed'in bu yakıştırmaları bildiği ve bilhassa da Konstantinopolis'in sembolizmine kendi iktidar söyleminde yer verdiği söylenemez mi? Fatih sonrasında bu tarz bir meşruiyet söylemine dönük ilgi ortadan kalkıyor mu?
Fatih Sultan Mehmed'in imparatorluk fikrini devam ettirmek istediğini ve Kanuni'nin de bunu ilk saltanat yıllarında (İbrahim Paşa'nın öldürülmesine kadar) denediğini biliyoruz. Bu konuyu uzun uzun Kostantiniyye ve Ayasofya Efsaneleri kitabımda işledim. II. Mehmed'in ise, Batılıların ve son Bizanslıların kurmuş oldukları Truvalılar-Türkler ilişkisinden haberdar olduğunu Kritovulos'tan öğreniyoruz. Kritovulos, günümüzde çoğunlukla sanıldığı gibi bir Bizans tarihçisi -ve bundan dolayı daha az güvenilmesi gereken biri- değildir. Tursun Beğ'le birlikte ve Tursun Beğ kadar II. Mehmed'in resmi tarihçisidir. Yazmasının tek nüshası Topkapı sarayındadır. En azından şunu söyleyebiliriz: Kritovulos Fatih'in istemediği, onaylamadığı bir şeyi yazamazdı. Dolayısıyla II. Mehmed, Kritovulos'un yazdığı gibi, Truva harabeleri önünde Türkler Truvalıların intikamını aldı dememişse bile bunun yazılmasına karşı çıkmamıştır. Ayrıca metin dikkatli okunursa, II. Mehmed, Türklerin Truvalıların soyundan geldikleri "iddia"sını sahiplenmiyor, Türklerin "Asyalı" olarak Yunanlılardan ve herhalde onların mirasçısı Bizanslılardan, kendileri gibi Asyalı olan Truvalıların intikamını almış olduklarını söylüyor.
Bilindiği gibi II. Bayezid döneminde, biraz Osmanlı köklü hâkim sınıfların-ulema ve gazilerin-Fatih'in politikasına tepki göstermesi, biraz da Cem olayının getirdiği temkinlilik, imparatorluk projesini en azından ideolojik bir söylem olarak aksatmıştır. I. Selim ise başka bir ideoloji ile Osmanlıları arkadan vurmaya çalışan Safevilere karşı, Sünniliğin koruyuculuğunu yüklenmek zorunluluğunda olmuş ve Doğu'ya yönelmiştir. Kanuni döneminin başında, İbrahim Paşa'nın da etkisiyle, Roma'nın mirasına sahip çıkacak bir imparatorluk söylemi ivme kazanır. Padişah, Venediklilere Papalık ve imparatorluk taçlarından esinlenen bir taç ısmarlayarak, seferlerde otağında huzuruna çıkan Batılı elçilere göstermek üzere yanında taşır. İbrahim Paşa da Buda'dan getirmiş olduğu Herkül ve Venüs'ün çıplak ve altın kaplamalı heykellerini Atmeydanı'nın ortasına diker. Ancak böyle bir projenin içeride, özellikle de ulema arasında kabul edilme olanağı yoktur. İbrahim Paşa'nın öldürülmesi, Kanuni'nin yaşlanması ve oğullarının kavgaları arasında yıpranmasıyla birlikte Ebussuud Efendi'nin güçlü bir siyasi figür olarak ortaya çıkması ve süregelen İran seferleriyle Osmanlı hükümdarının yeniden Sünniliğin koruyucusu olarak belirmesi, imparatorluk özlemini sona erdirecektir. Bu konumda Süleymaniye Camii geçiş döneminin bir simgesidir. Büyük bir olasılıkla, yukarıda sözünü etmiş olduğum ve kendisini "İspanya Kralı" Charles Quint'e karşı tek "imparator" olarak tanıyan 1547 anlaşmasından sonra, I. Süleyman, kendisi için yaptırdığı Şehzade Camii'ni, ölen oğlu Mehmed'e adayarak, Ayasofya modelinde yeni bir caminin yapımına girişir. Oysa imparatorluk simgesini pekiştirecek olan bu anıt, aynı zamanda Sünniliğin şampiyonu Müslüman bir hükümdarın eseri olarak sunulacak ve en önemlisi, gelecek nesillere bu biçimde aktarılacaktır.
Osmanlılara ve hatta Küçük Asya'daki Osmanlı öncesi beyliklere yönelik Roma yakıştırması sadece Batı dünyasında yapılmıyor. Ortadoğu'da Roma tabirinin İstanbul merkezli bir coğrafyaya atıfla kullanıldığını görüyoruz ve bu bağlamda Osmanlı ya da öncesindeki beylikler bu bölgede "Rumi" olarak adlandırılabiliyor. Hatta örneğin Portekizliler 16. yüzyılda Osmanlılara ilişkin "Rum" ya da "Rumi" adlandırmasını mesela İtalya'dan değil de Arap ya da Hint Okyanusu memleketlerinden tevarüs ediyorlar. Bu bağlamda Roma'ya dair sembolizmin sadece "Batı"da değil, "Doğu"da da siyasal meşruiyet söylemlerinde önemli bir konumu olduğu söylenemez mi?
Burada birbirleriyle karıştırılmaması gereken iki ayrı şey var. Birincisi, yukarıda sözünü ettiğimiz, Avrupalıların Türkleri Romalıların mirasçısı ve dolayısıyla evrensel imparatorluğa aday olarak görmeleri, ikincisi ise Türklerin kendilerine "Rumi" demeleri. İkincisi Bizans'tan aktarılan bir terim. Bilindiği gibi Bizans ve Bizanslı sözcükleri sonraki tarihçilerin kullandıkları terimlerdir. Bugün Bizans diye adlandırdığımız Doğu Roma İmparatorluğu devleti ve üyeleri kendilerini 1453'e kadar Romalı, yani Rum olarak tanımlardı. Bu terimi Doğu halkları ve Araplar olduğu kadar Türkler de kullanmıştır. Bizans'ın Araplarla ve sonra Selçuluklarla ilk temas halinde olduğu Sivas ve yöresi Rum eyaleti olmuştur. Rumeli için de aynı şey geçerlidir. Osmanlı Türkleri de kendilerini hiçbir zaman Türk olarak tanımlamadıkları, hatta bu sözcüğü genellikle hakaret saydıkları için, eski Bizans topraklarına yerleşince, kendilerine, özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda Rumi demişlerdir. Örneğin Gelibolulu Ali Bey, Kahire'yi anlatan kitabında Türklerle Araplar arasında bir karşılaştırma yaparken hep, "biz Rumiler" der. Ancak Kültür Bakanlığı yayınlarında bu metni "sadeleştirerek" yayımlayan Orhan Şaik Gökyay "Rumi"yi Türk olarak çevirmiştir. Aynı biçimde Kritovulos bugünkü Yunancaya "uygulanarak" yayımlandığında, yazarın Fatih için sürekli kullandığı "Basileus" (imparator) sözcüğü "Sultan" olarak çevrilmiştir.
Bu konuda başka bir eğlenceli örnek daha vardır. Büyük bir olasılıkla 16. yüzyılda Rum Ali Ağa adında biri Beşiktaş'ta bir mescit yaptırmış, ondan sonra da mahallenin adı Rum Ali Mahallesi olarak günümüze kadar gelmiştir. Ancak bir gün herhalde bir yetkili "Olur mu öyle şey!" demiştir ki, mahallenin adı Türk Ali'ye çevrilmiştir. Aklıma gelince hep, rahmetli bunu duysaydı kim bilir ne kadar kızardı, diye düşünüyorum.
17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı'nın Hıristiyan dünyaya yönelik bir tehdit olarak algılanması ya da Roma benzetmesi, yerini Doğu despotizmi tanımlamasına bırakıyor. Kendini tanımlama süreci ötekiyle etkileşim içerisinde geliştiğine ve ötekini tanımlama/adlandırma kendini de tanımlama anlamına geldiğine göre, Osmanlı'ya ilişkin betimlemelerdeki bu dönüşüm, Avrupa/Batı'nın kendini tanımlama sürecinde nasıl bir dönüşüme tekabül etmektedir?
İlginç bir biçimde Türklerin "Doğu despotizm"i temsilcisi ve örneği olarak görülmeleri de Venediklilerin ürettikleri bir fikirdir. Kıbrıs'ın alınmasıyla sonuçlanan 1568-1573 Osmanlı-Venedik savaşından sonra memleketine dönen Venedik balyozu Marcantonio Barbaro Türklerin evrensel imparatorluğun eşiğinde olduklarını söylecek, oysa Girit'in alınması ile sona eren 1645-1669 savaşından sonra İstanbul'a gelen Venedik balyozları, raporlarında Osmanlı yönetimini "hunhar ve zorba" olarak tanımlayacak ve Doğu despotizmi kavramının ilk tohumlarını atacaklardır. Osmanlı devletinin ilk defa önemli toprak kayıplarına uğramış olduğu 1683-1699 savaşından sonra ise bu fikir Avrupa'da yayılacaktır. Bundan, Avrupalılar artık Türklerden korkmayınca onları küçümsemeye başladılar gibi aceleci bir sonuç çıkarabiliriz, ancak birkaç faktörü göz önüne almalıyız. Bir yandan Osmanlı gücünde ve yönetiminde hem mutlak, hem de Avrupa ile karşılaştırırsak, göreceli bir gerileme vardır. I. ve II. Süleyman'ın Osmanlı devleti aynı değildir; iç karışıklıklar, yeniçerilerin konumu gibi hadiseler Batı'nın Osmanlı'ya ilişkin görüşünü etkilemektedir. Öte yandan Avrupa Aydınlanma dönemine girer ve kendisini uygarlığın tek temsilcisi olarak görmeye başlar. Böylece giderek Avrupa'nın gözünde "Türk" güçlü bir kâfir olmaktan çıkar güçsüz bir barbar olur. Din farkı, dinsel bir görüşle ele alındığında, din değiştirmekle silinebilir, oysa medeniyet farkı, bu açıdan bakanlar için, çok daha derin bir uçurum olarak görülebilir.
18. yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlayan "Batı uygarlığı" hakkındaki anlatıda Türklerin, "Doğu"nun bir parçası ve önemli bir "öteki" figürü olarak yer aldığı söylenebilir. Aynı bağlamda örneğin Yunan milliyetçiliği kendi kimliğini, Türklerin belki de tam tersine, Batı uygarlık tarihine ilişkin anlatının içinde merkezi ve kurucu önemde bir öğe olarak tanımlayabilmiştir. Bu çerçevede "Batı"nın otantik ötekisi olmanın, hemen yanı başındaki Yunanistan örneğine kıyasla, Türkiye'nin modernleşme sürecindeki etkilerinden genel olarak bahsedebilir misiniz?
19. yüzyılda Osmanlı topraklarında esen ulus-devletlerin kurulmasına yönelik milliyetçi rüzgârlar Avrupa aydınlanmasının, Fransız devriminin ve Avrupa romantizminin etkisinde kalmıştır. Ancak burada Yunanistan'ın durumu ayrıcalıklıdır. Tarihi boyunca Antik Yunan kültürünün ürünleriyle yetişen Avrupalı aydınlar ve seçkinler için Yunanistan'ın bağımsızlığı, Batı medeniyetinin kendi vatanına dönmesi, ona sahip çıkması anlamına geliyordu. Nasıl Haçlı Seferleri Hıristiyanlığın ayrı kalmış vatanını, Kudüs'ü ve Kutsal Toprakları kurtarmak için yapılmışsa, Yunan ayaklanmasında yardıma koşan "Philhellène"ler (Yunan muhipleri) için de Avrupa medeniyetinin ayrı kalmış topraklarını kurtarmak söz konusuydu. Zaten Voltaire, elli yıl öncesinde: "Zamanında bağnazlık uğruna yedi tane Haçlı Seferi yaptık, ne zaman şerefli bir Haçlı Seferi yapacağız?" demekle bunu kastediyordu. Yunan klasikleriyle beslenmiş Avrupalı gezgin, Yunanistan ve Anadolu'daki antik kalıntıları gezerken, buraların harabeye dönüşmesinin sorumlusu olarak Türkleri görüyor, karşılaştığı Rum köylülerin, kendi üniversitesinde öğrenmiş olduğu Yunancayı anlamamasının, antik amfora ve kabartmalarda görmüş olduğu gibi giyinmemesinin nedeninin Türk barbarlığı olduğuna inanıyordu. Ancak yeni Yunanistan'ın da bu beklentiyi karşılaması gerekiyordu, çünkü Yunan ayaklanmasının başarısından Yunanistan'ın Avrupa Birliği'ne girmesine kadar, çağdaş Yunanistan tüm kazanımlarını öncelikle Antik Yunanistan'a borçluydu. Onun için de eski ve yeni Yunanistan arasındaki sürekliliği-yalnız kültürel değil biyolojik olarak da-kanıtlamak ve aradaki "karanlık yüzyılları", kendi halk kültürünü, yiyeceği içeceği, giysisi, dansı, türküsü, konutu ile, yok sayma pahasına reddetmek gerekiyordu. Yani, kendisini Batı kültürünün kaynağı ve nüvesi olarak kanıtlamak için "öteki"yi, Türkü barbarlığın karanlığına itmek gerekiyordu.
Bu durumda, Osmanlı imparatorluğunun içinden çıkan son ulus-devletlerden biri ama aynı zamanda Osmanlı mirasını üstlenen tek ülke olan Türkiye'nin Avrupa ile ilişkisinin zor ve çelişkili olacağı açıktı. Batılılaşma 18. yüzyılın sonunda başladı ve bugün de sürdürülüyor. Ancak Batılılaşmaya, Batı'ya entegre olmak için değil, Batı'ya karşı Batı'nın silahıyla mücadeleyi sürdürmek için girişilmiştir ve bu davranış günümüzde de hâkimdir. Köken sorununa gelince, Mustafa Celaleddin Paşa, Türkçülüğün ilk yapıtı olan, Eski ve Yeni Türkler adlı kitabında (1869), Türklerin Hint-Avrupa ırkından olduklarını iddia etmekle, bir entegrasyon çabasına girişir. Bilimsel verilerin ötesinde, Orta Asyalılığın o denli önemle vurgulanmasında ise, Batı'ya karşı Batılılaşmanın etkisini aramak gerekmektedir.
No comments:
Post a Comment